Cumartesi, Ağustos 20

Köprü (bir devam yazısı)...

Tepeliğe doğru yürümeye başladı.
Nehrin her iki yakasını da gören tek yer yakınlar da sadece orası vardı zaten. Gökyüzü masmaviydi ama güneşin yakıcılığını da ensesinde hissediyordu. Terlememek için sakin ve uzun adımlarla ilerledi patika yolda.Yolun her iki yanı olabildiğince yeşildi. Patika yol, nehre paralel akıp gidiyordu. Suyun bereketi çevresini de yemyeşil hale getirmişti.
Nihayet ulaştı tepenin zirvesine. Öyle çok yüksek bir yer değildi, bir dağ hiç değildi burası ama nehrin her iki yakasını görmek için buraya gelirdi Ahmet zaman zaman.
Şehrin ileri gelenleri ile yapacağı görüşme öncesi şehre uzaktan bir bakıp düşünmek istemişti. Ahmet Sabri’nin de hatırlattıkları üzerinden bir görüşme yapacaktı şehrin ileri gelenleriyle.
Uzun süre yeni yetişmiş çınarın gölgesinde şehri süzdü. Gözünü rahatsız eden en önemli şeylerden birinin, bazı binaların diğerlerinden daha yüksek olması olduğunu farketti.
Neden bazıları evlerini yaparken binalarını yüksek yapmışlardı?
Zaten şehrin kuruluşu sırasında nehirden uzaklaştıklarının farkında bile olamamışlardı.
Yüksek binalara dikkat kesildi.
“Allah Allah kimlerin acaba bu yüksek binalar?” diye düşündü. Daha doğrusu kim izin vermişti, bu insanların evlerini bu kadar yüksek yapmalarına? Daha dikkatlice bakınca anladı ve üzüldü.
Maalesef şehri emanet ettikleri isimlerden bazıları kimseden izin de almadan yükseltmişti binalarını. Herhalde şehre azıcık yukarıdan bakarsak bazı şeyleri daha iyi görürüz yanılgısına kapılmışlardı. Halbuki hiç öyle olur muydu? Zaten şehrin nabzının attığı yerler belliydi. Şehrin yeni inşaa edilen mescidi ve çay ocağı, sağlık ocağının yanıbaşındaki çay bahçesi ve bir de pazar kurulan Çarşı Caddesi. Bu yerlere gelip giden herkes, şehir de ne olup bittiğini yakinen bilirdi. Yani öyle üstten, yukarıdan bakmanın ne manası ne de gereği vardı.
Şehri iyice süzdükten sonra tepelikten aşağıya doğru yürümeye başladı.
Saat üç buçukta sağlık ocağının yanindaki çay bahçesinde olmak istiyordu.Şehrin ileri gelenleri genelde o saatlerde oralarda olurdu. Bu kez daha hızlı adımlarla mescidin yanından geçip sağlık ocağına doğru yürümeye başladı. Cadde üzerindeki esnafla selamlaşa selamlaşa yürüdü. Kimine hal hatır soruyor, kimiyle de gözle selamlaşıp ilerliyordu.
Ama birinden bir çay içimlik sohbet etmeden geçemezdi. Sahaf İbrahim diye bilinen İbrahim Eşrefoğlu.
İbrahim Amca her zamanki aydınlık yüzüyle, dükkanın tentesinin gölgesinde oturmuş, elinde kırmızı ciltli bir kitaba bakıyordu. Daha doğrusu okuyordu. İbrahim Amca dükkanın önündeki sandalye de otursa da öyle yoldan gelip geçene pek bakmazdı. Selam vermek ve hal hatır sormak isteyen zaten bana gelir derdi hep.
71 yaşındaydı İbrahim Amca. Vasfi Amca’dan yaşça biraz daha büyüktü. Ömrü boyunca zar zor biriktirdikleriyle daha 2 sene önce yeni hacca gidebilmişti. Hep sakallıydı. Gençlik zamanında çekildiği resimlerinde daha kısa ama simsiyah sakallıydı. Anlattığına göre yüzüne hiç jilet vurmamış askerden sonra.Şimdi tabii sakalındaki beyazlar siyahlara galebe çalmış. Hiç başı açık gezmezdi . Yaz-kış başında mutlaka ya takke veya yünden bir fes olurdu. Başı açık gezmeyi neredeyse ayıp sayardı. Eski çınarlardandı o da. Ahmet dua ederdi her zaman; Ya Rabbi İbrahim Amca’ya sağlık ve afiyet ihsan et. O bize lazım, onun gibi aklı selim kimseleri bize bağışla (Amin)...
İbrahim Amca bu küçücük şehirde yıllardır sahaflık yapan tek insandı. Evlatlarını, torunlarını okutup yetiştirmiş ama sahaf dükkanını hiçbirine güvenip emanet etmemişti. Yaşlandığı için çok fazla yeni eser getiremiyordu kitap isteyenlere ama dükkanı hep işlekti. Seveni çoktu zaten, ziyaretçisi eksik olmazdı. Herkes İbrahim Amca’ya bir sahaftan çok daha fazla manalar yüklerdi. Hayatında kritik kararlar alacak olanlar genelde İbrahim Amca’ya akıl sorarlardı. İbrahim Amca dükkandaysa semaver mutlaka ateşin üstünde olurdu.Eski dostları gelince yaşlılığını unutur, kendi elleriyle ateşte kahve pişirip ikram etmeden bırakmazdı.
- Selamün Aleyküm İbrahim Amca!
İbrahim Amca başını kaldırdı.Okuma gözlüğünü yılların çizgileri, abdest, secde nuruyla aydınlanmış alnına doğru kaldırıp baktı ve gülümseyerek;
- Ve Aleyküm Selam ve Rahmetüllahi ve Berakatühü. Ahmet, nasılsın evladım? Gel hele hoş geldin, sefalar getirdin. Nerelerdesin yahu? Ben de kaç zamandır bu Ahmet gene bizi unuttu demeye başlamıştım, bilesin.
- İbrahim Amca hakkını helal et. Haklısın sanki aramızda çok büyük mesafeler varmış gibi ziyaretine gelemedim ama gelmemekle ben kaybediyorum. Biliyorum.
- Ahmet evladım hadi sana zahmet semaverden hem kendine hem bana birer çay doldur içelim. Vaktin var değil mi sohbet etmek için?
İbrahim Amca’ya vaktim dar demek mümkün mü? Yeter ki o sana vakit ayırsın. Sohbetinin lezzetinden yerinden kıpırdamak istemezsin.
- Tabii İbrahim Amca ne demek vaktim olmaz mı? Dur ben şu çaylarımızı alıp geleyim. İstersen sana iki dakika kahve yapayım ateşte.
- Yok evladım Allah razı olsun şimdi içtim kahvemi. Çay kafi.
- Tamam İbrahim Amca.
Bu dükkanin kokusu bile insanı alıp götürüyor. Eski eserler, dergiler, kağıtlar, hat levhaları, duvara asılı neyler, tablolar, kalemler...Hülasa İbrahim Amca’nın 70 yıldır biriktirdiği ve geçimini temin etmek için satmak zorunda kaldığı eski ve yeni eserlerin dışındaki herşey bu dükkandaydı. Bu arada İbrahim Amca nehrin öte yakasından gelenlerden değildi. O hep buradaydı.
Şehrin Bilgesi sık sık “Yaşlandık İbrahim, yakınımıza gel artık. Hastalık var sağlık var.Bak hem senin sohbetini arıyorum” derdi. Ama İbrahim Amca hiç oralı bile olmazdı o konuda; “yok yok ben yerimden memnunum, Mehmet Efendi bilirsin ben öyle kalabalığı ve çok lafı sevmem” der geçerdi. Şehrin Bilgesi Mehmet Efendi ile iyi dostlardı ama onların sohbeti daha başka konulardı. Seyfullah Efendi Dergahı’na birlikte gidip gelmişlerdi yıllarca. Dergah da öyle kolay bir yerde değildi hani. İnsanın yol arkadaşı olmayınca daha bir yoruluyordu gidip gelirken. İbrahim Amca ve Şehrin Bilgesi Mehmet Efendi yıllarca gidip geldiler Dergah’a. Sonra işte Mehmet Efendi çok ilerledi tabii. İbrahim Amca ile de manevi sohbetleri hep devam etti. Bazen çok uzun süre başbaşa sohbet etme bulamazlardı ama ondan sonra biraraya geldiklerinde yatsı namazının ardından başlarlar, teheccüd vakti girene kadar devam ederlerdi. Öyle güzeldi sohbetleri ve dostlukları.
- Ahmet hadi evladım nerede kaldın?
- Tamam geldim İbrahim Amca. Biliyorsun bu dükkana girince pek çıkasım gelmez benim, dalmışım.
- Bilmez miyim ben seni! Bıraksam yatıya kalırsın valla.(Mütebessim bir edayla).
- Ahmet ne var ne yok, neler yapıyorsun?
- İbrahim Amca, şükür iyiyim ama biraz huzursuzum.
- Hayırdır inşallah!
- Ahmet Sabri’yi hatırladın mı İbrahim Amca?
- Evet. Feyzullah Efendi’nin torunu Ahmet Sabri’yi diyorsun değil mi? Hatırladım tabii.
- Geçen gün o ziyaretime geldi. Uzun uzun sohbet ettik. Benim hissettiklerimi o da hissetmiş şehirde.
- Nedir hissettiklerin, neden huzursuzsun Ahmet?
- İbrahim Amca sen eskiden beri buradasın. Biz nehrin öte yanından geldik ve bu şehri yeni yeni kuruyoruz. Ama şehri kurarken nehre çok uzak kurmuşuz, etraf çok toz toprak. Ve yeni gelenler de hep nehre doğru değil, ovanın çorak olan kısmına doğru ilerletiyor şehri. Ahmet Sabri de benzer şeyler söyleyince daha iyi anladım huzursuzluğumun sebebini.
İbrahim Amca çayından bir yudum aldı. Elindeki kırmızı ciltli eseri kapattı. Bir süre sustu. Bu arada ben de göz ucuyla elindeki kitaba baktım. Üstad Bediüzzaman’ın İşaratü’l İ’caz’ının Osmanlıca baskısını okuyordu. Yanıbaşındaki sehpada da Esad Erbili Hazretleri’nin Kenzül İrfan isimli eseri vardı.
- Ahmed bak evladım. Sizinkiler bu tarafa geçtiğinde ben hem Niyazi Bey’e hem de Süleyman Bey’e bazı uyarılarda bulunmuştum dilimin döndüğü ve bildiğim kadar. O zaman Niyazi Bey “İbrahim Amca merak etme, İnşallah geçmişteki hataları tekrar etmeyeceğiz” demişti. “Peki evladım”dedim Niyazi Bey’e “Hadi Allah işlerinizde kolaylıklar versin” diyerek uğurladım. Ama gel gör ki; niyetler böyle olsa da uygulamada hatalar yaptılar. Bilirsin ben Mehmet Efendi hayattayken de bu işlere pek karışmazdım. Mehmet Efendi anlatırdı ama ben çok fazla bu konularda söz söylemezdim. Uzak durdum hep, netameli konular deyip, ehli vardır, onlar halletsin diye düşündüm hep. Fakat özellikle Niyazi Bey’in babasıyla olan yakın dostluğumuzdan dolayı Mehmet Efendi’de vefat edince hataları en aza insin diye söylemem gerekenleri söylemem lazım diye düşündüğüm için söyledim. Niyazi Bey’in üzülmesini istemem. Babası ve dedesi bizim için önemli insalardı her bakımdan. Büyük hizmetleri oldu bu şehre, memlekete.
- İbrahim Amca ne tavsiye edersin bana? Biliyorsun ben de epeyce meselenin içinde sayılırım.
- Öncelikle acele etme evladım. Kesin yargılara varmak için bazen bir ömür gerekir.
- Ama İbrahim Amca bizim bir ömür bekleyecek vaktimiz var mı peki?
- Yok tabii, bilirim. Ama benim sana dediğim eğer birlikte yol yürüdüğün insana veya insanlara güveniyorsan ona mühlet vermelisin. Sizin işiniz eskisinden daha zor. Şimdi bir şehri doğru biçimde, sağlam temeller üzerine inşa etmek, şehrin meydanını, okulunu, caddesini, çarşısını yerli yerinde yapmak kolay değil. Her kafadan bir ses çıkıyor. O yüzden eğer yola çıktıklarına güveniyorsan ve onlar da senin doğru bildiğin söze değer veriyorlarsa zorlanırsınız ama sonunda doğruya ulaşırsınız. Ama tabii en önemlisi ne sen ne diğerleri hata da ısrar etmemelisiniz. Bak bunu aklınızdan hiç çıkarmayın emi.
İçinden bir “Hamdolsun” dedi Ahmet. Şehrin ileri gelenleri ile buluşmadan önce İbrahim Amca ile bu sohbeti manevi olarak Ahmet’i epeyce rahatlatmıştı. Niyazi Bey’in yapmak istediği şeyin doğru olduğuna inandığı için ona güveniyordu. Merhum Mehmet Efendi gibi olamazdı belki de ama istikamet sahibiydi ve en önemlisi de daha önce kendisini başka daha büyük şehirlere davet edenlere hayır diyebilmişti.
- İbrahim Amca Allah razı olsun. Allah seni bize bağışlasın. Saat üç buçukta sağlık ocağının oradaki çay bahçesinde olmak istiyorum. Biliyorsun bizimkiler o saatlerde oralarda oluyorlar. Müsaaden var mı İbrahim Amca?
- Var ama bir şartla (gülerek), bana bir çay daha ikram edersen.
- Yeter ki sen iste İbrahim Amca ne demek hemen.
Dükkana girdi ve semaverden İbrahim Amca’nın eski ince belli çay bardağına çay koydu. Çayı doldurup kafasını kaldırdı ve şöyle dükkanın duvarlarındaki asılı levhalara göz gezdirdi. Belki bin defa baktığı o levhalara yeniden baktı. Fakat en sevdiğine bakmadan geçmezdi buradan. Neredeyse boş kaldığı her zaman elindeki kalemle kağıtlara karaladığı şey yazıyordu o levhada.
“Bu da geçer ya Hu”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder