Perşembe, Temmuz 5

Nehri kurutmaya gelmişler (Eski bir Hikaye’den devam)


Nasıl da gürül gürül akıyor mübarek. Hamdolsun bu sene havalar güzel geçti. Her yer yemyeşil ve nehrin her iki yakası da elde ettikleri ve edecekleri mahsülden memnun.
Ahmet’in en sevdiği şeydi nehri izlemek.
Şehrin Bilgesi’nin ardından Vasfi Amca’yı ve Sahhaf İbrahim Amca’yı Hakk’a uğurladıklarından beri taburesini alıp sık sık nehrin kenarına okumak için gelir olmuştu Ahmet.
Ahmet Sabri’de uğramıyordu uzun zamandır.
Etrafında hasbihal edecek dostu da azalmıştı epeyce.
Tek tesellisi Sahhaf İbrahim Amca’nın vefat etmeden önce “vefat edersem eski yazma eserleri ve özel kütüphanemi Ahmet’e veriniz” diye vasiyet etmesiydi.
- Ahmet Abi Ahmet Abi
Sesin geldiği tarafa yöneldi;
- Efendim Şerif ( Vasfi Amca’nın torunu Şerif’ti seslenen. Epey büyümüştü maşallah ve ailesi ile bu şehre yerleşmişlerdi Vasfi Amca vefat edince)
- Abi gazeteyi gördün mü?
- Hayır görmedim ne olmuş hayrola!
- Abi bizim nehrin üzerine HES kurcaklarmış.
- Allah Allah nerden çıktı şimdi bu HES işi ya
- Abi valla gazete de öyle yazıyo...
- Dur bakalım, ben merkeze doğru inip soruşturayım. Gazete yanlış yazmıştır belki.
Ahmet eve uğrayıp elindeki kitapları ve taburesini bıraktı önce. Sonra gömleğinin cebine bir kalem iliştirdi ve eline not alabileceği küçük çizgisiz beyaz defterini de alıp, ağır adımlarla merkezdeki parka doğru yürümeye başladı.
Hem ağır adımlarla yürüyor hem de düşünüyordu. Arada bir başını kaldırıp yol üzerinde rastladığı dostlarıyla selamlaşıyordu. Sonra bir ara durdu ve nehrin öte yakasına doğru baktı. Acaba onların haberleri yok muydu bu gazete haberinden diye düşündü. Daha geçen gün nehrin öte yakasından gelen dostlarıyla hasbihal etmişti. Şehrin Bilgesi vefat ettikten sonra geçen zaman zarfında aradaki sert tartışmaları bir kenara bırakıp eski dostluklarını tazeliyorlardı sık sık. Hani derler ya “zaman herşeyin ilacıdır” o anlamda yıllar geçtikçe birbirlerinin kıymetini daha iyi anlamaya başlamışlardı.
Ahmet bu düşünceler içinde merkezdeki parka ulaştı.
Şöyle etrafa bir bakındı kim var kim yok diye.
Kimse görünmüyordu ortalıkta.
Allah Allah nerede bu insanlar diye düşündü.
Sonra saatine baktı.
Güneşin parlaklığından zar zor seçti saatin kaç olduğunu: Saat:11.45’di.
Günlerden Pazartesi’ydi.
Sonra hatırladı. Bugün Şehir Meclisi’nin toplantı günüydü.
Hızlı adımlarla Şehir Meclisi toplantılarının yapıldığı Büyük Kahve’ye doğru yürüdü.
Vardığında herkesi orada buldu.
Meğer herkes Ahmet gibi “ne oluyor” sorusunun cevabını merak edip koşmuştu Şehir Meclisi’ne.
Ara sıra ötüp duran bozuk mikrofon elinde biri konuşuyordu. HES projesinin faydalarını anlatıyordu Şehir ahalisine. Arada bir söylediklerine sabredemeyip bağırıp çağıranların itiraz sesleri yükseliyordu.
Boş bir sandalye bulup oturdu. Sol tarafı boştu, sağında ise şehrin bu tarafına geçerken herşeyini o tarafta bırakıp gelen komşusu Hüseyin Amca vardı.
Hüseyin Amca buğulu gözlerle baktı Ahmet’e “Yine mi herşeyimi kaybedeceğim” der gibiydi gözleri.
Ahmet olani biteni anlamıştı. Meğer Şehrin İleri gelenleri HES’i kuracak uluslararası şirketin temsilcileriyle her konuda anlaşmışlardı. Şimdi hem şirket temsilcileri hem de kendileri şehir ahalisinin karşısına çıkıp süreci anlatıyorlar herkesi ikna etmeye çalışıyorlardı.
Şehrin ileri gelenleri, bizzat kendileri HES projesi sayesinde herşeyin daha güzel olacağına ikna olmuşlar şimdi de şehir ahalisini bunu inandırmaya çalışıyorlardı. Nehrin öte yakasındakileri neredeyse yok saymışlardı zaten. HES’i kuracak olan firma yetkilileri “siz tamam derseniz onlar itiraz etmez” demişlerdi Şehrin ileri gelenlerine.
Henüz anlaşma tam olarak imzalanmamıştı ama süreç hızla ilerliyordu. Tek sorun nehrin bu yakasındakilerin Şehrin ileri gelenlerinin tavsiyesi ile bu işe EVET demeleriydi.
Bu arada HES’i kuracak Şirket temsilcisinin ardından mikrofonu Şehrin ileri gelenlerinden Niyazi Bey aldı. HES’in faydalarından bahsediyordu. Faydalı olacağına inanmasa ve şehrin maslahatı sözkonusu olmasa HES’e evet demeyeceklerini anlattı. Niyazi Bey akıllı adamdı, okumuş, mürekkep yalamış ve nehrin öte yakasından bu tarafa geçerken herkesi korumaya çalışmıştı. Şehir ahalisinin güvenini ve sevgisini kazanmıştı. Şehrin Bilgesi’de onu çok severdi. Babası ile kuvvetli ve manevi bir dostlukları vardı zaten.
Niyazi Bey’i dinledi bir süre Ahmet. Anlattıklarını düşündü. HES’in faydasına inandırmıştı kendini Niyazi Bey. Artık durumun eskisi gibi olmadığını ve şartların değiştiğini, HES projelerinde kullanılan teknolojinin ve en önemlisi de şehrin ihtiyaçlarının karşılanması ve şehir ahalisinin kalkınmasının öneminden bahsetti. Kısacası Niyazi Bey şehir ahalisinden bu projeye EVET demelerini istiyordu.
Niyazi Bey konuşmasını tamamlamadan yerinden kalktı Ahmet.
Öğle ezanı yaklaşmıştı. Merkez Camii’ne doğru yöneldi. Merkezdeki cami yeni yapılmıştı. Şehir de herkesin hürmetle ve minnetle andığı Şehrin Bilgesi’nin yol arkadaşı ve manevi dostu Balıkesirli Feyzullah Efendi’nin yıllarca hizmet verdiği mescidin mimarisine öykünerek inşa edilmişti Merkez Camii.
Merhum Feyzullah Efendi’nin “Mektuplar” hep başucu eseriydi Ahmet’in. Şehirdeki herkesin evinde bulunurdu eser. Cami’nin yanına inşa edilen küçük kütüphaneye de “Şeyh Feyzullah Efendi Kütüphanesi” adı verilmişti.
Ezan yakındı.
Şadırvan’da abdestini tazeleyip camiye girdi Ahmet.
Etrafındakilere dikkat kesilemiyordu.
Sadece düşünüyordu. Zihninde kopan fırtınalar ve canlanan hatıralarla meşguldü.
Ezan okunuyordu. Şehir ahalisi de Şehir Meclisi’nin ardından camiyi doldurmuştu. Kiminin HES projesinden memnun olduğu yüzünden okunuyordu. Kimininde acısı yüzüne yansımıştı.
Namaz kılındı. Tesbihat ve duanın ardından herkes kapıya doğru yöneldi.
Ahmet’in başı öne eğilmişti. Sanki omuzlarında çok ağır bir yük taşıyor gibiydi. Çevresinde kimlerin olduğunu bile farkında değildi.
Cami’den çıkıp hızlı adımlarla eve yöneldi.
HES projesinin gerçekleşeceğinden emindi. Gazetede yayınlanan haberin doğru olduğunu düşündürtmüştü Şehrin ileri gelenlerinin sözleri. Özellikle Niyazi Bey’in konuşmasını biraz hayretle biraz da içi burkularak dinlemişti.
HES’i kuracak şirket yetkilisinin söylediklerini çok fazla önemsememişti ama Niyazi Bey’i dinleyince bu işin gerçekleşeceğini anlamıştı.
Zihnini kemiren sorular vardı.
Nehrin öte yakasından bu tarafa neden geçtiklerini düşündü.
Şehrin Bilgesi ile yaşadıkları ayrılığı.
O’nun vefatı ile yaşadıkları acıyı.
Şeyh Feyzullah Efendi’yi, Sahhaf İbrahim Amca’yı ve Vasfi Amca’yı düşündü sonra.
Bu şehri tırnaklarıyla inşa etmişlerdi ve şimdi şehrin can damarı olan nehir HES projesiyle yok olacaktı. Oysa Şehrin Bilgesi hayatta iken nehrin üzerine o dönemin şartlarında BARAJ yapılmasına bile müsaade etmemişti. Üstelik o zamanlar, o şartlarda kurulacak Baraj, nehri kurutmayacaktı da.
Şehrin Bilgesi hep şöyle derdi; Bu nehir Allah’ın bize bir lütfu ve ikramıdır. Biz şehrimizi bu nehir yanında kurduk. Meyvemiz, sebzemiz, bereketimiz bu nehirdir. Evet bazen suyu azalıyor, sıkıntılı günler yaşıyoruz bazen de büyük bir coşkuyla akarak bize bereket getiriyor. Az ya da çok her daim bu nehir varlığını sürdürmelidir. Sakın nehri kurutacak bir teklife sıcak bakmayın. Onların süslü laflarının ve sunumlarının ardında mutlaka acı bir reçeteleri vardır.
Ahmet’ in bütün bunları konuşacağı, dertleşeceği ve akıl danışacağı kimse kalmamıştı çevresinde.
Onu sadece Ahmet Sabri, kalemi ve çizgisiz beyaz not defteri anlayabilirdi.
Kalemi ve kağıdı küçük çantasına koydu.
Ahmet Sabri’ye mektup yazmaya karar verdi. Olan biteni anlatacak, dertleşecekti.
Tam evden dışarı adımını atmıştı ki bir sesle irkildi;
- Selamün Aleyküm Ahmet.
Başını kaldırdı Ahmet Sabri mütebessim bir yüzle karşısındaydı. Sakalları biraz daha uzamış, saçlarında aklar beyazlar belirmişti.
- Aleyküm Selam diyebildi sadece.
Sarıldılar birbirlerine sıkı sıkıya. Müsafahalaştılar. Bir süre konuşamadılar. Sessizce birbirlerine baktılar öylece. Her ikisininde gözleri nemliydi. Sanki hangisinin ağzından bir kelime çıksa ağlayacaklardı. Yutkundular ikisi de. Gözyaşlarını içlerine akıttılar.
Hani insan ağlamaz ama ağlar gibi konuşur ya. İşte aynen öyle.
Birlikte nehrin kenarına gidip bir söğüdün altına oturdular ve sohbet etmeye başladılar.
Meğer Ahmet Sabri de gazete haberini görmüş ve görür görmezde Ahmet’in yalnız olması sebebiyle bunalacağını ve dosta ihtiyacı olacağını düşünüp hemen yola çıkmış.
Önce her zaman olduğu gibi Şeyh Feyzullah Efendi ve Şehrin Bilgesi’nin ruhu için (Vasfi Amca ve Sahhaf İbrahim Amca’yı da ekleyerek) İhlas ve Fatiha’yı Şerif okuyarak başladılar sohbetlerine.
Hikayeyi yazanın kalemine ise şu satırlar geldi Ahmet ve Ahmet Sabri sohbete başladıklarında;
Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasidir
kin, susturur insanı; adına çıdam denir
susulunca tutulan çetele simsiyahtir
o siyah öcalmakcasina gür ve bereketlidir
İsmet Özel

Salı, Temmuz 3

Eski bir hikaye....(1-2)

Oturduğu yerden doğruldu.
Düşünmeye başladı.
Nehrin öte yanında kalanlarla ilgili hatıraları canlandı zihninde. Sonra üstüste gördüğü rüyaları anımsadı. Güldü kendi kendine. Nehrin öte yanında kargaşa sürüyordu. Şehrin Bilgesi hayata veda ettiğinden beri kavga ediyordu nehrin öte yakası. Bazen gürültü o kadar yükseliyordu ki, kulağına çalınan sözler tıpkı bu yakaya geçmek zorunda kaldıkları günlerde onlara söylenen sözleri hatırlatıyordu. Orada kavga hiç bitmeyecek galiba diye geçirdi içinden. Neyse biz bu yakanın dertlerini çözelim diye söylendi kendi kendine.
Bu yakaya geçerken nehrin üzerindeki tahta köprüyü yıkmıştı karşı yakadakiler sakın bir daha o yakaya geçmesinler diye. Köprüyü yıkan adamlardan birini bir gün nehrin kenarında ailesiyle birlikte gördü. En çok öfkeli olanlardan biriydi o da. En çok bağırıp çağıranlardan. Yüzüne baktı, öfkeli adam onu hatırlamamıştı bile. O görevini yapmıştı o anda sadece, o kadardı onun için.
Nehre baktı sonra, neden hepimiz bu nehrin etrafında kurduk evlerimizi diye düşündü. Nehir yaz-kış demeden akar, coşkun aktığı günler de bazen etrafı yıkardı. Ama yine de o nehirden uzaklaşamadılar her iki yakanın insanları.
Ezan okunuyordu. Bismillah deyip akan sudan abdest aldı. Mescide doğru yürümeye başladı. Mescid bu küçük şehrin tam ortasında yeni yeşeren söğüt ağaçlarının yanıbaşındaydı. Ezanı tekrarlıyordu içinden. Hayya alel Felah, Hayye Alel Felah, La Havle ve la kuvvete İl Billah diye mırıldandı. Mescide yaklaşmıştı iyice.
Herhalde elli, altmış adım filan kalmıştı ki, biri seslendi arkasından; Ahmet, Ahmet!
Döndü ve baktı;
- Oooo, dostum, kardeşim nasılsın?
- Hamdolsun kardeşim sen nasılsın?
- Şükür Mevla’ya, Allah bugünümüzü aratmasın.
- Amin Amin dediler ikisi de.
Sonra sustular ikisi de. Mescide girdiler. Öğle namazlarını eda ettiler. Bu yakanın sakinlerinin çoğu oradaydı. Herkes bilir, tanırdı birbirini zaten. Göz göze gelerek selamlaştılar Mescid’de. Namaz çıkışı herkes mütebessim selamladı birbirini. Ahmet Mescid’e girerken karşılaştıği misafirini de aldı yanına ve birlikte söğüdün gölgesine oturdular.
Mescid’in yanındaki çay ocağını işleten Vasfi Amca’ya seslendi;
- Vasfi Amca çayın tazeyse sana zahmet bize iki çay ikram et.
Vasfi Amca;
-Tamam evladım.
Vasfi Amca yazları Kuran öğrenmek için yanına gelen torununa seslendi;
- Şerif yavrum gel de şu çayları Ahmet Abi’nlere ver hadi.
Şerif
- Tamam Dede geliyorum.
Vasfi Amca görmüş geçirmiş adamdı. Nehrin öte yakasındayken yıllarca Şehrin Bilgesi’ne hizmet etmiş ama onun vefatının ardından o da diğerleri gibi gadre uğramıştı. O da gönül koyup nehrin bu yakasına geçenlere katıldı. Şimdi bu küçük Mescid’in hem temizliğine bakıyor hem de çay ocağını işletiyordu. (İşletiyor dediysek ilgileniyor yani). Bilge Adam’la geçirdiği uzun yıllar çok şey öğretmişti Vasfi Amca’ya. Ama hiç konuşmazdı,anlatmazdı.Onun ölümüyle bildiği herşeyi gömmüştü o da. Hani sır küpü dense yeridir. Şimdi huzurluydu, kavgadan uzak kaldığı için. Bazen o da söğüdün gölgesine oturur, kendi demlediği çayı yudumlar, uzaklara doğru bakardı öylece. Ama hiç konuşmazdı. Soru soran olursa “Boşver evladım herkes işine baksın” der geçerdi.
Ahmet uzun süredir uzak kaldığı dostuyla Vasfi Amca’nın torunu Şerif’in getirdiği çay eşliğinde derin bir sohbete daldı. Eski günleri andılar sık sık. Bereketli zamanları, başakların herkesi doyurduğu günleri yadettiler. Hatasıyla sevabıyla büyük iş çıkarmışız o zamanlar diye düşündüler.
Bu arada Ahmet’in misafirinden bahsetmedik hiç değil mi? Onu da anlatalım. Ahmet’in misafiri, Balıkesirli Feyzullah Efendi’nin torunlarından Ahmet Sabri Yılmaz. Ahmet Sabri de uzun yıllar Şehrin Bilgesi’nin yakın çevresinde olmuş, kimseler yokken Dedesi Feyzullah Efendi’nin de yönlendirmesiyle Şehrin Bilgesi’yle birlikte mücadele etmişti. Dedesi Feyzullah Efendi Nakşibendi idi. O bölge de sadece maneviyat önderi olması bakımından değil, sosyal çevresi oldukça geniş biri olduğu için hem manevi önderdi hem de eşraftandı. Balıkesir’in kalkınmasına ve Kurtuluş Savaşı yıllarında ayakta kalmasına öncülük etmiş herkesin saygıyla ve hürmetle andığı bir isimdi. Ahmet Sabri dedesinin Feyzullah Efendi’nin ismine layık olmak için çok çabaladı. Sağlam bir ticari sicili olsun diye çabaladı durdu. Kul hakkından uzak durdu. Kendi halinde zeytincilik yaptı yıllarca. O da dedesi gibi saygın bir isim oldu hep çevresinde.
Ahmet’in, adaşı Ahmet Sabri ile dostluğu Uludağ Üniveristesi’ndeki öğrencilik yıllarında başlamıştı. Ahmet orta halli bir ailenin oğlu, Ahmet Sabri’nin maddi durumu Ahmet’ten azıcık daha iyiceydi. Ama hep eşit gibi dost oldular. Ahmet Sabri tevazuunu hep korudu. Aynı evde kaldılar yıllarca herşeylerini paylaştılar öğrencililk yıllarında.
Sohbet iyice koyulaştı söğüdün altında. Şerif çayları tazeliyordu sürekli.
Ahmet; Sabri (adaş oldukları için Sabri diye hitap ederdi), nehrin bu yakasını bir türlü toparlayamadık. Eksik birşeyler var hep içimde. Boşluğu doldurulamayan birşey. Oturduk kaç defa konuştuk. Şehrin ileri gelenleri ile konuştuk. Biliyosun ben birinci derecede sorumlu değilim ama dertleniyorum işte. Üstüme vazife değil ama sık sık uğruyorum bizimkilere, konuşuyorum, anlatıyorum ama bir türlü toparlayamadık durumu ne dersin nerede neyi eksik yapıyoruz?
Ahmet Sabri derin bir nefes aldı Ahmet’in gözlerinin içine baktı, gözleri nemlenmişti. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Sonra yutkundu ve konuşmaya başladı; Bak Ahmet beni tanırsın, bugüne kadar hiç seni üzmedim ama bu söyleyeceklerim beni üzdüğü kadar seni de üzebilir. Sen diyorsun ki; üstüme vazife değil ama yine de konuşuyorum bizimkilerle. Bu yanlış bir kere. Ne demek üstüme vazife değil. Nehrin bu yakasına birlikte geçmediniz mi? Evet birlikte geçtiniz. Şimdi eksik olduğunu söylüyorsun ama vazife senin değilmiş gibi davranıyorsun. Madem bu şehri birlikte kurmaya başladınız, o halde eksikleri de birlikte tamamlayacaksınız. Sakın yoruldum, usandım deme. Biliyorum sen usanmazsın zaten ama yine de söylüyorum işte. Benim gördüğüm şehri nehre biraz fazla uzak kurmuşsunuz. O nehrin şehre neler kattığını sen de, ben de çok iyi biliyoruz aslında. Şehrin merkezini suya yakın kurmalıydınız. Nehrin karşı yakasındakilerle karşılaşmayalım diye mesafeyi çok uzak tutmuşsunuz. Biliyorsun nehri kutsamamışımdır hiçbir zaman ben ama bu mesafe sizi nehre doğru değil, kıraç topraklara daha fazla yaklaştırmış. Bu kıraç topraklar daha geniş ama verimsiz. Şehre girişimde bir baktım etrafa her yer beton, soğuk bir havası var şehrin. Hani şu Mescid ve siz de olmasanız başkalarının şehrine geldim gibi hissediyordum az daha. Yani içindekiler sizsiniz yani bir anlamda biziz ama nehre uzak ve kıraç.
Anladım dedi Ahmet, anladım. Bunu hiç düşünmemişti. Şehrin kıraç topraklara doğru kaymasında nehirle şehrin arasındaki mesafenin uzaklığını hiç hesaba katmamıştı. Ahmet, Ahmet Sabri’nin söylediklerini düşündü uzun süre. Ahmet Sabri ile söğüdün altındaki çay sohbeti çok şey hatılattı ona. Ahmet Sabri Ahmet’in ısrarına rağmen akşam yatıya kalmadı. Akşam namazını kıldıktan sonra yolcu etti can dostunu. Feyzullah Efendi’yi anma günlerinde buluşmak üzere sözleştiler ayrılırken Ahmet Sabri ile.
Ahmet tekrar sokak aydınlatmalarının sarı ışıklarının aydınlığında yeniden söğüt ağacının altındaki tabureye oturdu yatsı namazını beklemek için. Eve gidesi gelmedi akşam-yatsı arası. Kalktı bir bardak çay aldı kendine. Vasfi Amca’nın torunu bu saatte eve gittiği için çay içmek isteyen kendi gider alırdı Vasfi Amca’dan. Çayını alıp söğüdün altına tekrar ilişti. Gökyüzüne doğru baktı. Sonra Mescid’e doğru döndü. Minaresi hala inşaat halindeydi. Gökyüzünde yıldızlar göz kamaştırıcı bir parlaklıktaydı. Ay Ramazan’ı müjdeliyordu. Çayını bitirip kalktı. Karanlıkta evlerin arasından nehre doğru yürümeye başladı. Nehir bu mevsimde suyu azalsa da nazlı nazlı akıyordu. Yaklaştı ve serin suyundan abdestini tazeledi. Karşı yakadan yine gürültüler geliyordu. Duymazlıktan geldi. Nehrin suyunun üstüne düşen gölgesine baktı. Abdest ruhunu rahatlatmıştı. Abdest sonrası Kevser suresini okudu içinden üç defa. Sonra İnşirah Suresi’ni ekledi ardına. Yatsı ezanı okunmaya başlamıştı. Şehrin köpekleri ulumaya başlamıştı ezanla birlikte. Yarın şehrin ileri gelenlerine gitmeye karar verdi yeniden. Bundan sonra şehri kıraç araziye doğru değil, nehre doğru geliştirmeye karar almalarını isteyecekti. Tamam dedi kendi kendine. Ahmet Sabri haklı, şehrin eksiği, suyun bereketi, duruluğu ve ve sesi.
Ezan bitmek üzereydi. Tam o anda aklına Bosna’daki Mostar Köprüsü geldi. Mostar Köprüsü’nün yıkılışını ağlayarak izlemişti o da Aliya gibi. Aliya’nın bir taş köprünün yıkılışına neden ağladığını yeniden anlamlandırdı. Ahmet Sabri’nin konuşmaya başlamadan önce neden gözlerinin kızardığını ve nemlendiğini ve ağlamamak için kendini zor tuttuğunu da anlamış oldu.
Bilge’nin etrafında hepimiz korunmuşuz meğerse diye düşündü. Şimdi şehrin liderleri Bilge’nin yetiştirdiği adamlardı ama Bilge gibi olamadılar hiçbir zaman. Sonra söylendi kendi kendine; Bilge’nin ardından kolay olmayacağı belli değil miydi?
Mescid’e girdiğinde cemaat ilk sünnetin birinci rekatını bitirmek üzereydiler.
Niyet etti, namaza durdu.
Allahü Ekber.....


2.BÖLÜM
Tepeliğe doğru yürümeye başladı.
Nehrin her iki yakasını da gören tek yer yakınlar da sadece orası vardı zaten. Gökyüzü masmaviydi ama güneşin yakıcılığını da ensesinde hissediyordu. Terlememek için sakin ve uzun adımlarla ilerledi patika yolda.Yolun her iki yanı olabildiğince yeşildi. Patika yol, nehre paralel akıp gidiyordu. Suyun bereketi çevresini de yemyeşil hale getirmişti.
Nihayet ulaştı tepenin zirvesine. Öyle çok yüksek bir yer değildi, bir dağ hiç değildi burası ama nehrin her iki yakasını görmek için buraya gelirdi Ahmet zaman zaman.
Şehrin ileri gelenleri ile yapacağı görüşme öncesi şehre uzaktan bir bakıp düşünmek istemişti. Ahmet Sabri’nin hatırlattıkları üzerinden bir konuşma yapacaktı şehrin ileri gelenleri ile.
Uzun süre yeni yetişmiş çınarın gölgesinde şehri süzdü. Gözünü rahatsız eden en önemli şeylerden birinin, bazı binaların diğerlerinden daha yüksek olması olduğunu farketti.
Neden bazıları evlerini yaparken binalarını yüksek yapmışlardı?
Zaten şehrin kuruluşu sırasında nehirden uzaklaştıklarının farkında bile olamamışlardı zaten. Yüksek binalara dikkat kesildi.
Allah Allah kimlerin acaba bu yüksek binalar? diye düşündü. Daha doğrusu kim izin vermişti, bu insanların evlerini bu kadar yüksek yapmalarına? Daha dikkatlice bakınca anladı ve üzüldü.
Maalesef şehri emanet ettikleri isimlerden bazıları kimseden izin de almadan yükseltmişti binalarını. Herhalde şehre azıcık yukarıdan bakarsak bazı şeyleri daha iyi görürüz yanılgısına kapılmışlardı. Halbuki hiç öyle olur muydu? Zaten şehrin nabzının attığı yerler belliydi. Şehrin yeni inşaa edilen mescidi ve çay ocağı, sağlık ocağının yanıbaşındaki çay bahçesi ve bir de pazar kurulan Çarşı Caddesi. Bu yerlere gelip giden herkes, şehir de ne olup bittiğini yakinen bilirdi. Yani öyle üstten, yukarıdan bakmanın ne manası ne de gereği vardı.
Şehri iyice süzdükten sonra tepelikten aşağıya doğru yürümeye başladı.
Saat üç buçukta sağlık ocağının yanindaki çay bahçesinde olmak istiyordu.Şehrin ileri gelenleri genelde o saatlerde oralarda olurdu. Bu kez daha hızlı adımlarla mescidin yanından geçip sağlık ocağına doğru yürümeye başladı. Cadde üzerindeki esnafla selamlaşa selamlaşa yürüdü. Kimine hal hatır soruyor, kimiyle de gözle selamlaşıp ilerliyordu.
Ama birinden bir çay içimlik sohbet etmeden geçemezdi. Sahhaf İbrahim diye bilinen İbrahim Eşrefoğlu.
İbrahim Amca her zamanki aydınlık yüzüyle, dükkanın tentesinin gölgesinde oturmuş, elinde kırmızı ciltli bir kitaba bakıyordu. Daha doğrusu okuyordu. İbrahim Amca dükkanın önündeki sandalye de otursa da öyle yoldan gelip geçene pek bakmazdı. Selam vermek ve hal hatır sormak isteyen zaten bana gelir derdi hep.
71 yaşındaydı İbrahim Amca. Vasfi Amca’dan yaşça biraz daha büyüktü. Ömrü boyunca zar zor biriktirdikleriyle daha 2 sene önce yeni hacca gidebilmişti. Hep sakallıydı. Gençlik zamaında çekildiği resimlerinde daha kısa ama simsiyah sakallıydı. Anlattığına göre yüzüne hiç jilet vurmamış askerden sonra.Şimdi tabii sakalındaki beyazlar siyahlara galebe çalmış. Hiç başı açık gezmezdi . Yaz-kış başında mutlaka ya takke veya yünden bir fes olurdu. Başı açık gezmeyi neredeyse ayıp sayardı. Eski çınarlardandı o da. Ahmet dua ederdi her zaman; Ya Rabbi İbrahim Amca’ya sağlık ve afiyet ihsan et diye. O bize lazım, onun gibi aklı selim kimseleri bize bağışla (amin)...
İbrahim Amca bu küçücük şehirde yıllardır sahhaflık yapan tek insandı. Evlatlarını, torunlarını okutup yetiştirmiş ama sahaf dükkanını hiçbirine güvenip emanet etmemişti. Yaşlandığı için çok fazla yeni eser getiremiyordu kitap isteyenlere ama dükkanı hep işlekti. Seveni çoktu zaten, ziyaretçisi eksik olmazdı. Herkes İbrahim Amca’ya bir sahaftan çok daha fazla manalar yüklerdi. Hayatında kritik kararlar alacak olanlar genelde İbrahim Amca’ya akıl sorarlardı. İbrahim Amca dükkandaysa semaver mutlaka ateşin üstünde olurdu.Eski dostları gelince yaşlılığını unutur, kendi elleriyle ateşte kahve pişirip ikram etmeden bırakmazdı.
- Selamün Aleyküm İbrahim Amca
İbrahim Amca başını kaldırdı.Okuma gözlüğünü şöyle yılların çizgileri ve abdest, secde nuruyla aydınlanmış, alnına doğru kaldırıp baktı ve gülümseyerek;
- Ve Aleyküm Selam ve Rahmetüllahi ve Berakatühü. Ahmet nasılsın evladım gel hele hoşgeldin, sefalar getirdin. Nerelerdesin yahu, ben de kaç zamandır bu bu bizim Ahmet gene bizi unuttu demeye başlamıştım ha bilesin.
- İbrahim Amca hakkını helal et. Haklısın sanki aramızda çok büyük mesafeler varmış gibi ziyaretine gelemedim ama kendim kaybettim biliyorum gelememekle.
- Ahmet evladım hadi sana zahmet semaverden hem kendine hem bana birer çay doldur içelim, vaktin var değil mi, sohbet etmek için?
İbrahim Amca’ya vaktim dar demek mümkün mü? Yeter ki o sana vakit ayırsın. Sohbetinin lezzetinden yerinden kıpırdamak istemezsin.
- Tabii İbrahim Amca ne demek vaktim olmaz mı? Dur ben şu çaylarımızı alıp geleyim. İstersen sana iki dakika da kahve yapayım ateşte.
- Yok evladım Allah razı olsun şimdi içtim kahvemi. Çay kafi gelir.
- Tamam İbrahim Amca.
Bu dükkanin kokusu bile insanı alıp götürüyor. Eski eserler, dergiler, kağıtlar, hat levhaları, duvara asılı neyler, tablolar, kalemler...Hülasa İbrahim Amca’nın 70 yıldır biriktirdiği ve geçimini temin etmek için satmak zorunda kaldığı eski ve yeni eserlerin dışındaki herşey bu dükkandaydı. Bu arada İbrahim Amca nehrin öte yakasından gelenlerden değildi. O hep buradaydı.
Şehrin Bilgesi sık sık “yahu yaşlandık İbrahim, yakınımıza gel artık. Hastalık var sağlık, bak hem senin sohbetini arıyorum bazen.” Derdi. Ama İbrahim Amca hiç oralı bile olmazdı o konuda; “yok yok ben yerimden memnunum, Mehmet Efendi bilirsin ben öyle kalabalığı ve çok lafı sevmem” der geçerdi. Şehrin Bilgesi Mehmet Efendi ile iyi dostlardı ama onların sohbeti daha başka konulardı. Seyfullah Efendi Dergahı’na birlikte gidip gelmişlerdi yıllarca. Dergahta öyle kolay bir yerde değildi hani. İnsanın yol arkadaşı olmayınca daha bir yoruluyordu gidip gelirken. İbrahim Amca ve Şehrin Bilgesi Mehmet Efendi yıllarca gidip geldiler Dergah’a. Sonra işte Mehmet Efendi çok ilerledi tabii. İbrahim Amca ile de manevi sohbetleri hep devam etti. Bazen çok uzun süre başbaşa sohbet etme bulamazlardı ama ondan sonra biraraya geldiklerinde yatsı namazının ardından başlarlar, teheccüd vakti girene kadar devam ederlerdi. Öyle güzeldi sohbetleri ve dostlukları.
- Ahmet hadi evladım nerede kaldın?
- Tamam geldim İbrahim Amca. Biliyorsun bu dükkana girince pek çıkasım gelmez benim, dalmışım.
- Bilmez miyim ben seni! Bıraksam yatıya kalırsın valla.(mütebessim bir edayla).
- Ahmet ne var ne yok neler yapıyorsun?
- İbrahim Amca, şükür iyiyim ama biraz huzursuzum.
- Hayırdır inşallah!
- Ahmet Sabri’yi hatırladın mı İbrahim Amca?
- Evet. Feyzullah Efendi’nin torunu Ahmet Sabri’yi diyorsun değil mi hatırladım tabii.
- Geçen gün o ziyaretime geldi. Uzun uzun sohbet ettik. Benim hissettiklerimi o da hissetmiş şehirde.
- Nedir hissettiklerin, neden huzursuzsun Ahmet?
- İbrahim Amca sen eskiden beri buradasın. Biz nehrin öte yanından geldik ve bu şehri yeni yeni kuruyoruz. Ama şehri kurarken nehre çok uzak kurmuşuz, etraf çok toz toprak. Ve yeni gelenler de hep nehre doğru değil, ovanın çorak olan kısmına doğru ilerletiyor şehri. Ahmet Sabri de benzer şeyler söyleyince daha iyi anladım huzursuzluğumun sebebini.
İbrahim Amca çayından bir yudum aldı. Elindeki kırmızı ciltli eseri kapattı. Bir süre sustu. Bu arada ben de göz ucuyla elindeki kitaba baktım. Üstad Bediüzzaman’ın İşaratü’l İ’caz’ının Osmanlıca baskısını okuyordu. Yanıbaşındaki sehpada da Esad Erbili Hazretleri’nin Kenzül İrfan isimli eseri vardı.
- Ahmed bak evladım. Sizinkiler bu tarafa geçtiğinde ben hem Niyazi Bey’e hem de Süleyman Bey’e bazı uyarılarda bulunmuştum dilimin döndüğü ve bildiğim kadar. O zaman Niyazi Bey “İbrahim Amca merak etme, inşallah geçmişteki hataları tekrar etmeyeceğiz” demişti. “Peki evladım”dedim Niyazi Bey’e “Hadi Allah işlerinizde kolaylıklar versin” diyerek uğurladım. Ama gel gör ki; niyetler böyle olsa da uygulama da hatalar yaptılar. Bilirsin ben Mehmet Efendi hayattayken de bu işlere pek karışmazdım. Mehmet Efendi anlatırdı ama ben çok fazla bu konularda söz söylemezdim. Uzak durdum hep, netameli konular deyip, ehli vardır, onlar halletsin diye düşündüm hep. Fakat özellikle Niyazi Bey’in babasıyla olan yakın dostluğumuzdan dolayı Mehmet Efendi’de vefat edince hataları en aza insin diye söylemem gerekenleri söylemem lazım diye düşündüğüm için söyledim. Niyazi Bey’in üzülmesini istemem. Babası ve dedesi bizim için önemli insalardı her bakımdan. Büyük hizmetleri oldu bu şehre, memlekete.
- İbrahim Amca ne tavsiye edersin bana? Biliyorsun ben de epeyce meselenin içinde sayılırım.
- Öncelikle acele etme evladım. Kesin yargılara varmak için bazen bir ömür gerekir.
- Ama İbrahim Amca bizim bir ömür bekleyecek vaktimiz var mı peki?
- Yok tabii, bilirim. Ama benim sana dediğim eğer birlikte yol yürüdüğün insana veya insanlara güveniyorsan ona mühlet vermelisin. Sizin işiniz eskisinden daha zor. Şimdi bir şehri doğru biçimde, sağlam temeller üzerine inşa etmek, şehrin meydanını, okulunu, caddesini, çarşısını yerli yerinde yapmak kolay değil. Her kafadan bir ses çıkıyor. O yüzden eğer yola çıktıklarına güveniyorsan ve onlar da senin doğru bildiğin söze değer veriyorlarsa zorlanırsınız ama sonunda doğruya ulaşırsınız. Ama tabii en önemlisi ne sen ne de diğerleri hata da ısrar etmemelisiniz. Bak bunu aklınızdan hiç çıkarmayın emi.
İçinden bir “Hamdolsun” dedi Ahmet. Şehrin ileri gelenleri ile buluşmadan önce İbrahim Amca ile bu sohbeti manevi olarak Ahmet’i epeyce rahatlatmıştı. Yapmak istediği şeyin doğru olduğuna inandığı Niyazi Bey’e o da güveniyordu. Merhum Mehmet Efendi gibi olamazdı belki de ama istikamet sahibiydi ve en önemlisi de daha önce kendisini başka daha büyük şehirlere davet edenlere hayır diyebilmişti.
- İbrahim Amca Allah razı olsun. Allah seni bize bağışlasın. Saat üç buçukta sağlık ocağının oradaki çay bahçesinde olmak istiyorum. Biliyorsun bizimkiler o saatlerde oralarda oluyorlar. Müsaaden var mı İbrahim Amca?
- Var ama bir şartla (gülerek), bana bir çay daha ikram edersen.
- Yeter ki sen iste İbrahim Amca ne demek hemen.
Dükkana girdi ve semaverden İbrahim Amca’nın eski ince belli çay bardağına çay koydu. Çayı doldurup kafasını kaldırdı ve şöyle dükkanın duvarlarındaki asılı levhalara göz gezdirdi. Belki bin defa baktığı o levhalara yeniden baktı. Fakat en sevdiğine bakmadan geçmezdi buraya her gelişinde. Neredeyse boş kaldığı her zaman elindeki kalemle kağıtlara karaladığı şey yazıyordu o levha da.
“Bu da geçer ya Hu”