Cumartesi, Ekim 13

Havvil halena

Olduğu gibi mi herşey diye düşündü?
Halık-ı Zül Celal “kün fe yekün” dedi. Fakat biz irade ettik ki o da “kün” buyurdu.
Saatlerce bakıp durduğu noktada aslında pek birşey görememişti. Sadece düşündükleri akıp gidiyordu önünde. Bağdaş kurup oturmaktan ağrıyan dizlerini ovaladı. Bir adım daha atsa uyuşmuş bacakları onu taşıyamayacaktı.
Bir süre ayaklarını uzatıp oturmalıydı. Yeniden oturdu az ötedeki yükseltinin kenarına. Büyük mabedin gönlüne verdiği genişlik ve sekinet manevi bir sofradaki lokmalardan tad almak gibiydi.
Uzun süredir şeklen eda ettiği namazlarını düşündü. Bir farzı yerine getirmiş olmaklığın dışında gerçek bir kulluk için lazım olanın bilmenin ve bildiğini yerine getirmenin ötesinde bir manada gizli olduğunu yeniden keşfetmişti.
Hayatının farklı dönemlerinde yaşadığı ama kaybettiği bu mananın yeniden benliğine dönüşüne şükretti. Nicedir gafil olduğu zamanın, mekanın ve mananın hayatın gerçek gayesini anlamasındaki rolünün idrakine varmıştı.
İdrak etmek.
“Vazifesine müdriktir” denmişti. Vazifesine müdrik olmak büyük bahtiyarlık olsa gerek diye düşündü. Öyle herkese vazife verilmezdi. Hele vazife verilmiş olana “Vazifesine müdrik” denilmişse durup düşünmekte fayda vardı.
Hal
“Havvil halena ila ahsenil hal” ne güzel bir dua cümlesidir. Söylerken bile insanın diline bir tad veriyor. “Ha” harfinin lezzetini alıyorsun sonra “hal” istiyorsun. Ama istediğin “hal” yine “ha”nın olduğu “ahsenil” yani en güzel olan “hal”. Tıpkı “Hu” daki sırr gibi.
Kitab-ı Mübin’in Arapça olarak indirilmesinin sırlarından biri de bu olsa gerek diye düşünmeden edemedi. Bir dua terkibinde geçen kelimelerdeki harflerin dizini insana manevi bir lezzet veriyorsa orada mucize vardır mutlaka diye iman gerek, teslimiyet gerek diye düşündü.
Başka bir lisanda kelimelerin sürekli tekrar edilmesi ile insana bıkkınlık gelir belki de. Fakat Kitab-ı Mübin’in lisanında ne kadar tekrar o kadar manevi lezzet var. Zikr dediğimiz şey hatırlamayı tekrar etmek gibi bir nevi. Ya Rabbi ben Seni hatılıyorum, anıyorum Sen de bana rahmetinle muamele kıl, mağfurin zümresine al demek gibi. Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber, Lailahe İllallah, Hayyum Kayyum Allah, Hu kelimelerini hem yazarken hem söylerken hemde binlerce kez tekrar ederken insan hiç yorulmuyor, bıkmıyor.
Bir halakada çekilen tevhidin oradaki mekana, insana ve eşyaya bıraktığı, duyumsattığı ses, koku ve ruh lezzetini gönüllere hangi şey sağlayabiliyor ve verebiliyor ki. İnsanın kendisini böyle bir ortamda ya da bir seccade de, bir mescitte bir başına “zikr, tefekkür” ederken tahayyül etmesi bile manevi bir arzu, istek, lezzet hissi uyandırıyor insanda.
Sırr ehlinin nelere vakıf olduğunu düşününce insan anlıyor ne kadar basit meselelere takılıp kaldığını. Hayat insanı bayağılaştırmak, ruhunu kabalaştırmak için olanca gücü ile üstümüze doğru gelirken hayat verenin yani “Hayy” sahibinin Uluhiyyetini anlamakla basitlikten kurtulabiliyoruz ancak. Basit şeylerle “gam” ederken, “hüzn”ün aslında bu dünyada asıl yurdumuzdan uzakta olmak olduğunu anlamak gerek diye düşünmeli oysa. “Cemal” sıfatı ile muttasıf olanın bütün yaratılmış olanlar biraraya gelse bir zerre “Cemil” olmayacağını, etmeyeceğini anlamakla, idrak etmekle huzur bulmaktır hakiki güzellik.
Ne arıyorsak O’nun zatında ve O’nun zatının tecelliyatında olduğunu anladığımızda idrak sahibi olacağız öyleyse.
Bir çoçuğun ağlama sesi yankılandı duvarlarda ve kendine geldi. Bacaklarının uyuşukluğu da geçmişti. Saatine baktı. Vakit bir sonraki vakte kadar müsaade ediyordu sadece. Ayakkabısını aradı bir süre. Nereye bıraktığını ilk anda hatırlayamamıştı. Karşıdan ona doğru yürüyen beyaz sakallı kaşları çatık yaşlı amcaya fazla yaklaşmadan geçti yanından. Çok tatlı bir kaş çatıklığı vardı her zaman. Koca mabedin müdavimlerindendi. Her vakit birinci safta onu görmek mümkündü. Olmadığı vakit belki de ölümü olacaktı. Ulu mabedin manevi bekçilerinden biri olsa gerek bu amca diye düşündü.
Geçip gitti.
Belki de göçüp gidecekti(k).