Salı, Aralık 25

Benim Bir Karıncaya Ulu Nazarım Vardır

Bir gün Süleyman aleyhisselam, o kuvvet ve haşmetiyle yürürken bir yandan bir alay karınca geçti. Karıncaların hepsi, tazim etmek üzere huzurna vardılar. Bir an içinde binlerce, hatta daha da fazlakarınca huzura vardı.

Bir karınca hemencecik huzura gelmedi. Yuvasının önünde bir toprak tepesi vardı. O karınca, o tepeyi düzeltmek için yel gibi toprak zerrelerini birer birer taşımaktaydı.

Süleyman aleyhisselam, bu karıncayaı yanına çağırıp dedi ki:

Ey karınca, görüyorum ki güçsüz kuvvetsizsin. Nuh aleyhisselamın ömrü ile (ki 950 sene yaşadığı rivayet edilir) Eyyub aleyhisselamın sabrına sahip olsan yine bu tepeyi kaldırmaya kudret bulamazsın, yine işin başa çıkmaz.

Bu iş senin gibisinin kolu ile kuvveti ile yapılamaz. Bu tepeyi sen kaldıramazsın ki..

Karınca dile geldi de:

Padişahım... dedi.

Bu yolda ancak himmet ile yürünebilir. Sen benim yaratılışıma bakma. Himmetimdeki yüceliğe bak. Benden ayrı bir karınca var göremiyorum onu. Fakat beni aşk tuzağına çekti. Bana dedi ki:

Sen şu toprak tepeyi buradan atar, bu tepeyi dümdüz yol yaparsan, ben de senin yolundan bu ayrılık kayasını kaldırır o zaman seninle düşer kalkarım.

Şimdicek ben de bu işe bel bağladım, bu toprak taşımaktan başka işim gücüm yok. Bu toprağı kaldırırdümdüz bir hale getirirsem vuslatını elde edebileceğim. Bu hususta çalışıp çabalarken ölürsem hiç olmazsa yalan yere davaya girmiş sayılmamya..

Feridüddin Attar.. (Ömer Öztürkmen'in Karıncılardan Özür Dilerim adlı kitaptan alıntıdır...)

Salı, Aralık 18

Mikail kılıcını göğe vurduğu 'An'da


Bu kez başka türlü oturmuşlardı çevresine. Başlarında beyaz takkeleri, kiminin sırtında hırkası, elleri bağırlarında “Hu” diyecekmiş gibi “Niyaz” makamında dinliyorlardı.
Uzun uzun dinlediler “Sadr”dan “Kelam”a düşen sözleri. Hayır bu “Kelam-ı Kadim” değildi, belki “Kelam-ı Kadim”in bir zerresinin insanın sadrına düşen mananın, harflerin ve sesin biraraya gelerek dizilişi idi.
Hepsinin başları “Vav” gibi öne doğru eğikti. Hatta kimisi o kadar kendini kaptırmıştı ki “Ye” harfini remzediyor gibiydi.
Resme mi, söze mi, manaya mi, hayale mi, gerçeğe mi, ötesine mi hangisine ya da hepsine mi ermek gerek diye düşündü.
Vakit sanki seher vakti gibiydi. Dışarıdaki havanın rengi boz gri aydınlıktaydı. Küçük pencerelerden odaya düşen ışık ancak odanın pencerelere yakın olan taraflarındakilerin yüzünü belli belirsiz seçilebilecek kadar aydınlatıyordu.
Dinlemeye devam ettiler.
Aslında belki de hiçbiri kelimelere karşılık gelen manayı düşünmüyordu. Hep öyle olurdu zaten. Onlarca kelime yanyana gelir ama hepsi bir manaya işaret ederdi. İşte o hal üzere bu sefer ki kelamdan murad hangi mana idi diye düşünmeye devam ettiler.
Ta ki!
Ta ki, bir gök gürültüsü hepsini irkiltene kadar. Sanki Mikail eline bir kılıç almış ve gökyüzünü ikiye ayırmak için bütün gücüyle semaya vurmuştu. Öyle büyük bir ses, öyle büyük bir kıvılcım, şimşek belirtisi insana öyle tahayyül ettirdi.
İrkilmenin ardından yeniden “Hal”e döndüler.
Söyleyen hiç oralı bile olmamıştı, konuşmasını sürdürdü. Sadece bir lahza susarak, o anlarda tavsiye buyrulanı okudu ve devam etti. Bir süre sonra kiremitlere düşen iri yağmur damlacıklarının sesi de odanın sessizliğine karıştı.
Bir ses kelam, bir senfoni ve onlarca nefes...
Kiremitlerden yükselen ve odanın içine ulaşan ses giderek artıyordu.
Konuşanın sesini bastıracak kadar arttı. Sonra “gazabından, rahmetine sığınırız Ya Rabbi” niyazıyla sözü bağladı. Söz bağlanınca doğruldu herkes.
Dizlerini ovuşturarak bazıları ayağa kalktı müsaade alarak. O esnada içlerinden birinin gözü pencereden dışarı ilişti.
-Efendim, dışarıya bakın dedi.
Pencereye doğru yöneldiler, söz sahibinin ardı sıra. Pencereden bakınca bulundukları yer, sanki fırtınada okyanusun ortasında kalan bir tekne gibiydi. Etrafları tamamen su ile kaplıydı, dalgalı bir su, tıpkı deniz gibi. Ve sürekli yükselen bir su.
Efendi “Vakt erişti” dedi.
Bulundukları odadan çıktılar birer. Eşikteki derviş sevdiklerini düşündü ve koşmaya başladı. Konağın alt katına indiğinde bulundukları kat haricindeki ilk katta da suyun yavaş yavaş yükseldiğini gördü. Yerde halının üzerinde sanki hiçbir şey olmamış gibi uyuyan bir derviş gördü, uyandırmaya çalıştı ama nafile çabaladı. Bu derviş onlara hizmet eden dervişlerdendi. Neden orada uyuyordu ve ıslanmasına rağmen neden hala uyanmamıştı, uyanamamıştı? Daha fazla düşünmeden yerde yatan dervişi sırtına aldı ve 10-15 basamaklık merdivenlerden yukarı çıktı.
Artık etrafta kimseler kalmamıştı. Kim nereye gitmişti ya da oradakilere ne olmuştu bilmiyordu.
Ayak bileğine kadar yükselen suyun içinde kucağında derviş ile öylece durdu, sevdiklerini düşündü.
Madem ki “Vakt erişmişti” o halde kaçmaya hacet yoktu.
Kaçmadı, durdu öylece.
Dilinde “Gazabından rahmetine sığınırız Ya Rabbi” niyazıyla gözlerini açtı.


Pazartesi, Aralık 10

Kapitalizm’e teslim olmamış tüm abilere

Yapılsın adil pazarlık
yapılsın yapılacaksa
işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
Ne yapsam
döl saçan her rüzgarın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı.
İsmet Özel

Çok vakitler geçti üzerinden şimdi. Vakit üzerimizden geçmedi sadece, aynı zamanda esti geçti, Savurdu, değiştirdi, zorladı hepimizi. Modern zamanlar diyorlar buna çağdaşlarımız. Modern zamanlar kapitalizm ile bütünleşik ilerledi. Hani derler ya “ensemizde boza pişirdi” diye, öyle bişey bu modern zaman tasavvuru.
Modern zamanlarda varolmanın ve hayatta kalmanın bedeli ağırdır. Öyle “geçinip gidiyoruz” diyecek kadar bile nefes aldırmıyor insana hayat. Ne kadar direnirseniz o kadar özgür ama bir o kadarda dışlanılmış sayılıyorsunuz modern zamanlarda. Ya içindesinizdir ya da dışında bu sistemin.
Bütün bu itiş kakış içinde dimdik ayakta kalan insan bulmak zordur. Sade, yalın, duru bir hayat yaşayan şunun şurasında kaç adam kaldı diye merak eder durursunuz. Ya da hayatın merkezinde “ben varım” zannedenlerin ve kendilerine acayip roller biçenlerin yaşadığı binlerce hayalkırıklığına şahitlik edersiniz.
Hani Şair diyor ya: “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli, gövde de gökyüzünü kışkırtan şiir sahtedir”.
Böyle zamanlarda bir “abi” yüreği aradığınızda etrafta bulunan birkaç kişi bulursanız sakın onları kaybetmeyin. Hesapsız, karşılıksız, yüreğini yüreğine yaslayacağın kaç adam kaldı şunun şurasında.
Küçüğünüzün hesapçı, büyüğünüzün muhteris olduğu bir çağa tanıklık ediyorsanız işiniz zor demektir çünkü. Bazen gözleriniz faltaşı gibi açılıp kalırsınız şaşkınlıktan yaşanan manzara karşısında. Olan biteni ağzınız açık izler durursunuz en iyisinden.
Endişelerini, kaygılarını ve beklentilerini, dostluğun aynasına düşecek bir buğu gören kaç “abi” kaldı şunun şurasında. Küçüğünü sevgisinden, büyüğünü saygısından, mehabetinden, hürmetinden dolayı tutan kaç adam bilirsiniz sayın, dökün kaleme, kağıda.
Şöyle insanı tutup sarsacak ve “Yavşama Ulan” diyecek kadar emin olduğunuz bir adam görürseniz onun elini bırakmayın sakın. Ya da “bu yaptığın ahlaksızlıktır, haramdır, bühtandır, kul hakkına girme” diyecek bir “abi/dost” varsa yakınınızda kendinizi bahtiyar bilmelisiniz.
Uşaklığın, yavşaklığın, ikiyüzlülüğün, menfaatperestliğin egemenliğine direnç göstermiş ve herşeye rağmen esas görevimizin “Kula kulluk değil, Hakk’a kulluk” olduğu bilincini kaybetmemiş “abi”ler azalmıştır, neredeyse nesli tükenmiştir artık.
Ömrünün büyük kısmını “dava” diyerek yaşamış fakat kaderin kendisine emanet ettiği her imkanı kendisinin kazancı zanneden ve “dava”sını unutmuş adamlardan uzak durmak gerek. Ben birşey olamadım diye dövünüp duranı görürsek ona da gülüp geçmek düşer bize.
Abiler 3’e ayrılır aslında. Birincisi önce seni düşünür, ikincisi seni kendisiyle beraber düşünür, üçüncüsü yalnızca kendisini düşünür ama sadece seni düşünür gibi yapar. Bunlardan hangisi makbüldür diye soracak olursan; elbette ilki müslümancadır ve makbüldür. Fakat ilkinin senin çevrende olabilmesi için seninde onu düşünebilme maharetine sahip olman gerek. Makbul olandan çevrende yoksa bil ki sorun sadece “abiler”de değil, Sen’dedir.
Şu halde durup düşünmelisin.
Önce kendine ayna tutmalısın. Aynada gördüğün sen, görmek istediğin sen değilsen sakın şikayet etme. Aynayı sürekli başkalarına tutarak kendi hatalarını örtme çabasındasındır demek ki.
Şimdi aynayı önce kendine, sonra çevrene, dostlarına, abi dediklerine tut.
Ama unutma; herşeye rağmen “Sen” ayakta kalabilmişsen, herşeye rağmen ayakta kalabilmiş bir “Abi” mutlaka vardır yakınında.
Baktım ve kimseyi bulamadım diyorsan, durduğun yer yanlış demektir. Hemen bulunduğun yeri terketmelisin. Aynaya kendi yalanını söyletmeye kalkma sakın. Her türlü pisliğe bulaşıp etrafımda neden hiç gerçek dost ve abi yok diye sızlanıp, sahtekarlık yapma.
Hülasa; Modern çağın getirdiği ve bize dayattığı her türlü saldırıya karşı önce kendimiz olarak bilinci diri tutmalıyız. Ve bu bilinci bize taşıyan bilinci, yüreği ve ameli ile kendi yanıp tükense de birer meşale gibi yolumuzu aydınlatan, teslim olmamış, yenilmemiş “abilere” sımsıkı sarılalım.
Şunun şurasında böyle kaç “abi / adam /dost” kaldı ki