Salı, Aralık 18

Mikail kılıcını göğe vurduğu 'An'da


Bu kez başka türlü oturmuşlardı çevresine. Başlarında beyaz takkeleri, kiminin sırtında hırkası, elleri bağırlarında “Hu” diyecekmiş gibi “Niyaz” makamında dinliyorlardı.
Uzun uzun dinlediler “Sadr”dan “Kelam”a düşen sözleri. Hayır bu “Kelam-ı Kadim” değildi, belki “Kelam-ı Kadim”in bir zerresinin insanın sadrına düşen mananın, harflerin ve sesin biraraya gelerek dizilişi idi.
Hepsinin başları “Vav” gibi öne doğru eğikti. Hatta kimisi o kadar kendini kaptırmıştı ki “Ye” harfini remzediyor gibiydi.
Resme mi, söze mi, manaya mi, hayale mi, gerçeğe mi, ötesine mi hangisine ya da hepsine mi ermek gerek diye düşündü.
Vakit sanki seher vakti gibiydi. Dışarıdaki havanın rengi boz gri aydınlıktaydı. Küçük pencerelerden odaya düşen ışık ancak odanın pencerelere yakın olan taraflarındakilerin yüzünü belli belirsiz seçilebilecek kadar aydınlatıyordu.
Dinlemeye devam ettiler.
Aslında belki de hiçbiri kelimelere karşılık gelen manayı düşünmüyordu. Hep öyle olurdu zaten. Onlarca kelime yanyana gelir ama hepsi bir manaya işaret ederdi. İşte o hal üzere bu sefer ki kelamdan murad hangi mana idi diye düşünmeye devam ettiler.
Ta ki!
Ta ki, bir gök gürültüsü hepsini irkiltene kadar. Sanki Mikail eline bir kılıç almış ve gökyüzünü ikiye ayırmak için bütün gücüyle semaya vurmuştu. Öyle büyük bir ses, öyle büyük bir kıvılcım, şimşek belirtisi insana öyle tahayyül ettirdi.
İrkilmenin ardından yeniden “Hal”e döndüler.
Söyleyen hiç oralı bile olmamıştı, konuşmasını sürdürdü. Sadece bir lahza susarak, o anlarda tavsiye buyrulanı okudu ve devam etti. Bir süre sonra kiremitlere düşen iri yağmur damlacıklarının sesi de odanın sessizliğine karıştı.
Bir ses kelam, bir senfoni ve onlarca nefes...
Kiremitlerden yükselen ve odanın içine ulaşan ses giderek artıyordu.
Konuşanın sesini bastıracak kadar arttı. Sonra “gazabından, rahmetine sığınırız Ya Rabbi” niyazıyla sözü bağladı. Söz bağlanınca doğruldu herkes.
Dizlerini ovuşturarak bazıları ayağa kalktı müsaade alarak. O esnada içlerinden birinin gözü pencereden dışarı ilişti.
-Efendim, dışarıya bakın dedi.
Pencereye doğru yöneldiler, söz sahibinin ardı sıra. Pencereden bakınca bulundukları yer, sanki fırtınada okyanusun ortasında kalan bir tekne gibiydi. Etrafları tamamen su ile kaplıydı, dalgalı bir su, tıpkı deniz gibi. Ve sürekli yükselen bir su.
Efendi “Vakt erişti” dedi.
Bulundukları odadan çıktılar birer. Eşikteki derviş sevdiklerini düşündü ve koşmaya başladı. Konağın alt katına indiğinde bulundukları kat haricindeki ilk katta da suyun yavaş yavaş yükseldiğini gördü. Yerde halının üzerinde sanki hiçbir şey olmamış gibi uyuyan bir derviş gördü, uyandırmaya çalıştı ama nafile çabaladı. Bu derviş onlara hizmet eden dervişlerdendi. Neden orada uyuyordu ve ıslanmasına rağmen neden hala uyanmamıştı, uyanamamıştı? Daha fazla düşünmeden yerde yatan dervişi sırtına aldı ve 10-15 basamaklık merdivenlerden yukarı çıktı.
Artık etrafta kimseler kalmamıştı. Kim nereye gitmişti ya da oradakilere ne olmuştu bilmiyordu.
Ayak bileğine kadar yükselen suyun içinde kucağında derviş ile öylece durdu, sevdiklerini düşündü.
Madem ki “Vakt erişmişti” o halde kaçmaya hacet yoktu.
Kaçmadı, durdu öylece.
Dilinde “Gazabından rahmetine sığınırız Ya Rabbi” niyazıyla gözlerini açtı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder