Cuma, Ekim 28

Tarih nereye doğru akıyor?

Ülke nereye gidiyor?
Ümmetin hali ne olacak?
İnsanlık neden bu halde?
Tarih boyunca Müslümanlar bu sorulara cevaplar aramış ve bulmuşlardır. Aslında bu soruların hepsine cevap Kitab-ı Kerim’de ve Efendimiz (AS) hayatı boyunca ortaya koyduğu, kıyamete kadar devam edecek örneklikte de var.
Fakat her ne hikmetse biz bu sorulara, ne kendimiz adına ne de ümmet ve insanlık adına yeterli cevabı veremedik. Daha doğrusu ürettiğimiz cevaplar, yanlışlarımız nedeniyle artık insanlara inandırıcı gelmiyor.
Şimdi bu soruları tek tek irdeleyelim.
Ülke nereye gidiyor sorusuna verdiğimiz cevabı politik ortamdan bir miktar uzaklaşarak değerlendirdiğimiz zaman ortaya şöyle bir özet çıkıyor; Türkiye, Suriye ve Irak’ta devam eden iç savaş ve bir takım terör örgütlerinin bölgeye yerleşmiş olması sebebiyle ciddi risklerle karşı karşıya. Öte yandan içerde PKK ve türevleriyle ve DAEŞ’le, halkını öldürmekten kaçınmayan sapkın FETÖ ile mücadele ediyor. Ve bu mücadeleyi kazanmak için ciddi bir hukuki bilek güreşi yapıyor. İçerde ve dışarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tanımlamasıyla “devletin varlığını tehdit eden tehlikelere karşı varolma” mücadelesi veriyor.
Herkesin kafasındaki soru şu; gerçekten böyle mi yoksa biz mi politik olarak durumu abartıyoruz?
Bu sorunun cevabını 15 Temmuz’da yaşadıklarımız ve Türkiye üzerine uluslararası medya ve düşünce kuruluşlarında öne çıkan isimlerin değerlendirmeleri ortaya koymaktadır. Bu süreci doğru bir yöntemle ve içe kapanmadan sağlıklı bir ekonomik/stratejik/siyasi programla aşmamız gerekiyor.
Ümmetin hali ne olacak sorusuna cevap vermek için çok kafa patlamamız lazım. Uluslararası adaletsizliklerden tutun da, Müslümanların kendi içlerinde yaşadığı krizlere kadar üzerinde uzun uzun düşünmemiz gereken o kadar çok konu var ki. İslam coğrafyasındaki zihinsel bölünmüşlük ve kopukluk, birliğinin bozukluğu ve hilafetin ilgası süreciyle, vahdet anlayışının çok uzağına düşmüş haldedir. İşte tüm sebeplerin ortaya çıkardığı sonuç olarak, zihnen ve fiilen işgale uğrayan islam coğrafyaları, etnik/mezhebi çatışmanın ve terörün odağı ve hedefi haline gelmiştir.
Bu halden kurtulmanın yakın vadede bir çaresi var mıdır diye düşündüğümüzde cevabımız çok ama çok zor diyebileceğimiz noktadadır. Müslümanların hilafetin son merkezi olan Türkiye’den beklentilerinin olduğuna dair farklı görüşler var. Bazı Müslüman topluluklar ve gruplar, Türkiye’nin yeniden hilafeti tesis edememiş olsa bile tarihsel sorumluluğu olduğunu dile getirirken, bazı islami gruplar Türkiye’nin islam dünyasına önderlik yapma iddiasının “emperyal” bir düşüncenin ürünü olduğunu ve artık o sürecin son bulduğunu ifade etmektedir. Bağımsız islami çevreler, kimsenin aklına ve önderliğine ihtiyaç kalmadığı, bunun yerine eşit şartlarda müşavere edilmesinin gerekliliğini vurgulamaktalar. İslam dünyasından özellikle Avrupa, İngiltere ve ABD’de yaşayan islami düşünce gruplarında öne çıkan isimler, “demokrasi” merkezli bir düşünce/düzen/rejim sistematiği ile barışık bir önermenin Müslümanlar için yegane reçete olduğunda ısrarcı bir duruş sergilemektedirler. İran Devrimi sonrası tüm dünyada, islami gruplarda beliren “devrimci/ınkılapçı islam” anlayışı tamamen ortadan kalkmış ve İran’ın devrim ihracı sürecinin bir hayal olduğu netleşmiştir. Ki İran şu sıralar ABD ve Avrupa ile yalancı bir baharı inşa etmenin peşindedir. İslam dünyasını şekillendiren üç medeniyet havzasındaki hareketler ve yöneliş, muhtemelen bundan sonra gelişecek yeni dönemin ipuçlarını bize gösterecektir. Bu üç kadim medeniyet havzası, aynı zamanda tüm dünya Müslümanlarının zihinsel yönelimlerine de önderlik edecektir dersek yanılmış olmayız. Bu üç ülke Türkiye, Mısır ve İran’dır.
Her biri zor da olsa kendi başına ayakta durabilme ve bağımsız (görece de olsa) hareket edebilme potansiyelini barındırmaktadır. İslam dünyasındaki düşünce sorunlarının aşılması ve islam coğrafyalarını işgal eden “BATI”nın uygarlık savaşına karşı koyabilme gücü ve iddiası sonuç olarak bu üç ülkenin bulunduğu havzadan ve temsil ettiği medeniyet düşüncesinden neş’et edecektir.
Elbette diğer islam ülkeleri ya da BATI’da yaşayan düşünürlerin/mütefekkirlerin iddiasız olduğunu söylemiyoruz. Ancak devamlılık bu üç kadim havzanın doğal seyrinde mevcut bulunmaktadır.
Hülasa İslam dünyası ya da Müslümanlar, içine düştükleri krizi aşmak için öncelikle kendi aralarında bir masanın etrafında eşitler olarak biraraya gelebilmeli ve konuşabilmelidir. Madem ki, hilafetin yeniden inşası mümkün görünmemektedir, o halde hilafetin şahsı manevisinin temsil edildiği bir “MÜŞAVERE MECLİSİ/BİRLİĞİ” inşa edilmelidir. Bu meclis İslam Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı’nın da üstünde bir meclis olmalıdır. Burada sadece resmi devlet yetkilileri değil, Müslüman toplumların/toplulukların önderleri olan isimler ve düşünür/mütefekkir/alim/fazıl isimlerde olmalıdır.
Belki böylece küresel güçlerin islam coğrafyalarındaki işgallere karşı bir duruş ve Müslümanların kendi içlerinde yaşadıkları mezhebi/etnik çatışmaların en aza indirilmesi mümkün kılınabilir. Bu meclistekiler fetva vermek üzere ya da bir emir/hüküm için biraraya gelmemeli, aslolan müşavere olmalıdır. İslam dünyasının düştüğü zillete bakınız ki, Suriye’de yaşanan büyük krizi aşmak için ABD ve Rusya’nın öncülüğünde toplantılar ve konferanslar yapılmaktadır. Bundan daha büyük bir zillet olabilir mi? Müslümanın canı, kanı, namusu bizzat işgalcinin kendisi olanın hakemliğine emanet edilebilir mi? Şartlar ne olursa olsun, akan kanın durması için Türkiye, İran, Mısır ve Suriye’nin yanlarına Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın dönem temsilcilerini de alarak bir masa etrafında buluşmaları sorumluluklarının gereğidir. BM’nin bu meseleye çözüm bulma iradesi, daimi üyelerin blokajı sebebiyle mümkün değildir.
Elbette bu görüşümüze, Suriye’de ya da Irak’ta mücadele eden direniş grupları ve onları destekleyenler karşı olacaktır. Bu itirazları yok sayamayız ve görmezden gelemeyiz ama Müslüman coğrafyalarda süren bu ve benzeri savaşların daha fazla bölünmelere ve işgallere sebep olduğunu da, bu direniş gruplarının artık anlaması gerekmektedir. Silahlanmanın bölgede had safhaya vardığını ve bundan en çok memnun olanların, küreselcilerin olduğu ayan beyan ortadadır. Ortadoğu coğrafyasında devam eden bu karışıklığın daha da büyümesi, başta Türkiye olmak üzere, İran, Mısır ve Suudi Arabistan ve körfez ülkerini de kapsayan istikrarsızlıklara yol açması veya bölgesel bir savaşa dönüşmesi ihtimali karşısında tüm Müslümanların, ülkelerin, halkların, toplulukların ve düşünür/mütefekkir/önderlerin yeniden bir durum değerlendirmesi yapması ÜMMETİN MASLAHATI için elzemdir.
Peki dünya nereye gidiyor sorusuna ya da insanlığın nereye doğru yol aldığına ilişkin soruyu nasıl değerlendirmeliyiz ve cevaplamalıyız.
İnsanlık, öncelikle bize Kitab-ı Kerim’de anlatıldığı üzere heva ve hevesinin peşinde, dünyayı kendi mülkü zannederek, gelip geçici bir yurtta Allah’a isyan etmekle meşgul. Tarih boyunca nice toplumların düçar olduğu tüm hastalıklar ve batıl yaşayış/anlayışlar modern anlamda hükmünü icra etmektedir. BATI ya da DOĞU farketmeksizin insanı kendi fıtratından koparan hayat biçimlerini ve düşünce/anlayışları sanki “hakikatin kendisi”ymiş gibi sunarak, teknoloji, silahlanma, doğayı yok etme, nükleer enerji gereksinimi, global para döngüsü ve savaşlarla dünyayı küresel bir tek ülkeye çevirmeye çalışmaktadır. İşin en kötü tarafı ise İlahi buyruğa inanan Müslümanların, bu meydan okumaya ve insanlığın kendisini yok etmeye dönük bu tarihsel meydan okumaya vereceği bir cevabının olmamasıdır. Allah’a karşı isyanın, küfrün, insanlığı esir alan bu kötücül sistematik köleleştirme döngüsüne, kendimiz olarak ne bir cevap üretebiliyoruz ne de insanlığın kurtuluş reçetesi olan islamı insanlığa anlatabiliyoruz. Adaletin, vicdanın, aklın, ahlakın ve toplumların genel anlamda örflerinin “geri” ve “çağdışı” sayıldığı bir yüzyılda, Müslümanların birer “üsve-i hasene” olma güdüsü/motivasyonu neredeyse yok denecek azalmıştır.
İnsanlığı kurtaracak olan şey “ALLAH”a olan yakınlığımız iken, tam tersine bizi, ümmeti ve insanı “ALLAH”tan uzaklaştıran her ne varsa hem insanlığın hem de bizim için baştacı olması vahimdir.
Öngörümüz o dur ki, insanlık bu sözde çağdaş uygarlık sürecinin sonucunda “TOPRAK, SU, HAVA” ihtiyacıyla birlikte fıtratına geri dönecektir. Bu geri dönüş büyük bir yıkım sonucunda mı olacak yoksa tarihin doğal seyri içinde mi olacaktır bilemeyiz, elbette bunu ancak Allah bilir.
Allah, kendisine meydan okuyan toplumların nasıl bir son ile karşılaştıklarını bize Kuran’da haber vermektedir. Bu toplumların yıkılması ve tarih sahnesinden silinmesi mukadderdir.
Bizim vazifemiz Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak, başta kendimiz ve ülkemiz olmak üzere, ümmet ve insanlık için daha çok çalışmaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder