Perşembe, Haziran 9

Güle güle "Hazret"

“Gamdan beni azad et …..” Merhum Sefer Muhibbi El Cerrahi Hazretleri’nin sesinden bu ilahiyi hiç dinlediniz mi bilmiyorum ama dinlemediyseniz dinlemenizi tavsiye ederim. 8 Haziran (9 Ziikade 1443) Çarşamba günü yani dün Eyüp Sultan Hazretleri’nin huzurunda, merhum Mevlana İdris Zengin Ağabeyi uğurladık ve “sırladık”. Mevlana İdris Zengin Abinin hususi hallerini elbette onun daha yakın dostları ve ailesi yazacak ve anlatacaktır ki bu elbette onların en doğal hakkıdır ve yakışanıdır. Bendeniz benim gönlümdeki dost, ağabey, şair, nezaket timsali, beyefendi Mevlana Abiden bahsedeceğim. Çok uzun uzadıya sohbetimiz olmadı Mevlana Abiyle ama gönül yakınlığımız vardı. Bir hadise olunca mesajlaşır, kısa ama çok kısa kanaatlerimizi paylaşırdık. Ya ben sorardım ya da O bana mesaj atardı. 2013’te başlamışız Mevlana Abiyle mesajaşmaya ve hiç silmemişim, hepsi birer inci tanesi gibi duruyor. Mevlana Abinin kardeşi dostum Salih Zengin’le daha fazla teşriki mesaimiz olmuştur. Hem Mustafa Kutlu bağlamında hem de ortak dostluklar vesilesiyle. Mevlana İdris deyince akla çok şey gelir ama en fazla “Çocuklar” gelir şüphesiz. Çocuk Edebiyatı bakımından Mevlana İdris Türkiye’de Mustafa Ruhi Şirin ile birlikte sayılabilecek isimlerin başında gelir. Çocuk Vakfı çalışmaları ve Çocuk Edebiyatı alanında eserleriyle ödül almış bir Şairdir Mevlana İdris Ağabey. Öyküler, hikayeler, şiirler kısacık ömre sığdırılan onlarca konferans, konuşma ve yayın. Daha ne yapabilirdi ki Mevlana İdris Zengin bizim için. Arkasında sadaka-i cariye sayılacak onlarca eser ve yayın bıraktı. Kıymeti bilinir, bilinsin inşallah. O’nu uğurlamaya gelen dostları, sevenleri ve belki de eserlerini okuyarak büyümüş genç kuşaklar vardı tabutunun başında. Dillerde dua terennümleri, yüzlerde gam, gönüllerde keder vardı. Öylesine samimiydi uğurlamak için gelenleri de. Ailenin direği kardeşi, dostum Salih Zengin’le yoğun bakım sürecinde sürekli iletişimde kalmaya gayret ettim. Salih Zengin telefonda “Abicim dua, dua, dua vakti” sözleri sabaha kadar bin kere beynimde dolandı durdu. Tanıdık herkesten dua istedik. Ama “vakt erişti” tamam oldu ve emaneti teslim ettiği haberi geldi Salı sabahı 8’de. Mevlana İdris Zengin 56 yaşında, Cahit Zarifoğlu ile aynı güne tevafuk eden tarihte, dünya çilesini tamamlayıp Rabbine kavuştu. Mevlana Abi uzun bir aradan sonra çıkardığı Çeto dergisiyle uğraşıyordu. İstanbul’da fazla durmuyordu, genelde seyahat ve hareket halindeydi. Son karşılaşmamız Horhor yokuşunda oldu. Pandemi günlerinin ardından bir tabure üstünde oturup çay içip sohbet ettik. Her zamanki gibi biz gevezelik yaptık o da vakur haliyle, sukünetle dinledi. Az ama öz konuşur ve yorum yapardı zaten. Bir cümle eder ve durumu özetlerdi. Bendeniz Mevlana Abiyi gönülden sevdim hep. Yaşı bizden büyüktü, akran değildik ama “gönülden gönüle akan bir nehir” vardı sanki aramızda. Sık sık twitterda Mevlana Abi bir şey yazmış mı diye bakardım kaçırmamak için. Bazen onlarca mesajını geriye dönerek okurdum. İnsanı dünyanın süfli havasından koparıp hakikati hatırlatan kısa mesajları ile silkeleyip kendine getirirdi. O bakımdan beslendiği hakikat pınarı sağlam ve tefekkürü derin ve çok güçlüydü. Kimileri böyledir işte. Bizim gibi kelime israfı yapmaz. Bir cümle eder ve anlatır bütün hakikati çepeçevre insana. İşte öyle hakikatli bir insanı dün Eyüp Sultan’da Rabbimizin huzuruna uğurladık. Kendi ifadesiyle “binler rahmet olsun sana Hazret”. Mekanın cennet olsun, yoldaşın ve refikin Gül Çocuklar olsun.

Pazartesi, Aralık 23

Bir Yakınlık (Kurban) Denemesi

Zilhicce ayının 10. günü bizim için Kurban bayramının 1.günüdür.
Kurban hakkındaki Hz.İbrahim (AS) ve Hz.İsmail’in (AS) kıssası bizim için sağlam bir tutamaktır. Bu kıssaya Allah’ın bize emri olan Kurban (yakınlaşmak) kesme ibadeti bakımından kesin bir nas gibi inanıyoruz. Cami kürsülerinde bir bayram sabahı ve bir Cuma namazında Kurban kıssası ve Kevser Suresi’nin tefsiri veya mealinin anlatımıyla bir Müslüman olarak muhatap olmuşsunuzdur.
Kurban’ın islami dayanak ve uygulamalarına fazla derinlemesine dalmak istemiyorum. Esas anlatmak istediğim şey, Kurban vesilesiyle bu yıl yola düştüğümüz Kurban’ın (Yakınlık, Yakınlaşma) hikayesi.
Geçen yıl Bulgaristan için yola düşmüştük, bu yıl Üsküp için yola düştük.
Üsküp ne kadar yakın geliyor değil mi bize, Üsküdar der gibiyiz neredeyse. Üsküp bize yakın evet. Mesafe olarak da uzak değil aslında. Uçakla 1 saatten biraz fazla, karayolu üzerinden bir binek araçla 800 küsur km yani ortalama 10 saat.
Üsküp Müslüman bir şehir.
Şehir Müslüman olur mu demeyin, elbette olur.
Ezanların okunduğu şehirler tıpkı insan gibi şehadet getirerek Müslüman olan şehirlerdir. O şehirler bize sıcak gelir her zaman. Viyana, Budapeşte, Paris veya Prag ne kadar estetik, egzotik, modern veya otantik olursa olsun hep bir şeyler eksik kalır.
İşte Müslüman şehir Üsküp’e İstanbul’dan 10 saatlik bir yolculuktan sonra vardık. Yolda olmanın verdiği coşku elbette ayrıca mühim. Yolda üzerinden geçtiğimiz coğrafya da şüphesiz anlatılmaya değer yerler ama onu bir başka vesileyle sizlerle paylaşırız inşallah.
Gece saat aşağı yukarı 00.30 da vardığımız Üsküp’e yine Türk gibi girdik 
Türk Çarşısı’na komşu olan konaklayacağımız otelin girişini bulamayışımız sebebiyle tarihi çarşıya araçla girdik ve tabii Üsküp Polisi koşarak geldi yanımıza. Neyse ki otel görevlisi arkadaşların izahı sonunda yaptığımız yanlışı kasıtla yapmadığımızı anlattık ve aracımızı doğru yere park ederek mütevazı otelimize yerleştik.
Bayramın 1. gününü yolda tamamlamış olduk. Oldukça sıcak Üsküp gecesinde çarşıyı ve çarşı içindeki Murat Paşa Camiini biraz seyredip istirahata çekildik.
2.Gün Üsküp’ten Prizren’e
Sabah erken heyecanla uyanır insan yeni yerler görmek duygusuyla.
Gece 03.00 te dinlenmeye geçen beden yine de uyanır erken vakitlerde evden uzakta olduğunuzda. Sadakataşı Derneği ve Üsküp Ensar Derneği işbirliğiyle keseceğimiz Kurbanları 3. gün icra edeceğimiz için 2. gün biraz şehir ve çevre şehirlere gitmek üzere sabah erkenden kahvaltımızı yaptık.
Ensar Derneği’nden Muaz Bey kardeşimiz sakin ve mütebessim yüzüyle karşıladı bizi kahvaltı sonrası. Bir miktar çay kahve eşliğinde planladık günü.
Önce Ensar Derneği’ni ziyaret ardından şehrin tarihi bazı mekanlarını gezmek sonrasında da yol arkadaşlarımız Bayram Ali ve Erol Hoca’nın görmek istediği Prizren’e gitmek üzere 2.gün planımızı yaptık.
Üsküp Camileri, Çarşıları, Kalesi, yeni Üsküp şehri ve doğası ile görülmeye değer bir şehir.
Üsküp’teki şehir turunun ardından Prizren’e gitmek üzere yola revan olduk.
Prizren Kosova’nın Arnavutluk’a yakın Müslüman şehirlerinden bir tanesi. Şehrin tarihi köprüsü, Şeyh Osman Baba Halveti Ramazani Tekkesi, Sinan Paşa Camii ve Mehmet Paşa Hamamı merkezde yürüme mesafesindeki içiçe İslam eserleri. Şehrin tepelerinde Hristiyan kültürüne ait tarihi eserlerde mevcut, görmek isteyenler için.
Şehrin merkezindeki meydanda yemek ve çay kahve içmek için epeyce alternatif mekan mevcut.
Halveti Tekkesinin bahçesindeki akan suyun başında serinliği, sessizliği ve maneviyatı yaşamak doyumsuz ruhaniyet. Sinan Paşa Camiinde ikindi namazı kılmak, şehrin meydanında bir şeyler atıştırmak, belki ara sokaklardan birinde bir kahve içmek sizlere de iyi gelecektir. Türkiye Prizren’e verdiği önemi göstermek üzere şehrin merkezinde güzel bir konsolosluk binasını da açtı. Konsolosluk binasının açılışında bulunmak bizlere de kısmet olmuştu geçtiğimiz yıllarda. TİKA’nın yaptığı restorasyonlarda şehirdeki eserlerimize Türkiye damgasını vurmuş. İslam eserlerini korumak orada başlı başına maliyetli ve küçümsenmemesi gereken bir iş.
Üsküp ve Prizren’de tıpkı Saraybosna ve Priştina’da olduğu gibi çok sayıda eser TİKA, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakfı üzerinden restore edilerek açılmış veya restorasyon projeleri devam ediyor.
TİKA, Yunus Emre Enstitüsü, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Balkan coğrafyasında önemli hizmetleri oldu ve olmaya devam ediyor.
Prizren turumuzu da tamamlayıp gece saat 22.00 gibi yeniden Üsküp’e geri dönüyoruz. Üsküp Türk Çarşısında Murat Paşa Camii’nin yanı başındaki çay evinde yeniden Ensar Derneği’ndeki dostlarımız, Dernek Başkanı Dr. Süleyman Baki Bey ve Muaz Bey, İHH Başkan Yardımcısı Osman Atalay ve diğer dostlarımızla 3. gün gerçekleştireceğimiz Kurban organizasyonu ve diğer hazırlıklarımızı gözden geçirerek 2. günü de tamamlamış oluyoruz. Tabii Türkiye ve Balkanlar üzerine koyu bir sohbetin ardından yol yorgunluğu çöküyor biraz da mecburen kalkıyoruz. Çünkü sabah saat 07.30 hazırlıklar tamamlanıp yola çıkılacak ve biz Usturumca köylerindeki kurban organizasyonun ardından yeniden Üsküp’e dönmeyeceğimiz için otelden ayrılacak şekilde eşyalarımızı hazır etmemiz gerekiyor. Tam olarak yola hazır olmak için 1. günden biraz daha erkence dinlenmek için otele geçiyoruz.
3.Gün Üsküp’ten Usturumca / Filibe’ye
Sabah saatleri Üsküp Çarşısı sakin.
Üsküp böreği alıp Murat Paşa Camii karşısındaki çay evine gelenler çay eşliğinde börekle kahvaltılarını yapıyorlar. Nerede bu börekçi diye sorduğum Amca, az ileri doru yürü sağa bakınca tam karşında diyor. 150 metre yürüyüp sağa bakınca börekçi dükkanını hemen görüyorum. Yol arkadaşlarımız daha gelmemiş ama biraz onlar da gelir diye börekleri alıp çay evine geri dönüyorum.
Birazdan Bayram Ali ve Erol Hoca da otelin sokağında beliriyor. Meğer Erol Hoca sabah yürüyüşünü yapıp dönmüş erkenden. Tam Üsküp böreğinden bir dilim ağzıma atarken çay evine doğru odaları bakan diğer otelin camında Osman Atalay beliriyor. Yakaladım seni der gibi fotoğraflıyor o anı.
Ekip kahvaltısını tamamlarken Üsküp Ensar Derneği’nden Muaz Bey kardeşimiz de geliyor.
Ardından Dr. Süleyman Baki Beylerle öğrenci yurdunun önünden buluşup yola düşüyoruz.
Veles’e (Köprülü ailesinin memleketi) yakın bir göletin kenarında bir kahve molası verdikten sonra tekrar yola çıkıyoruz. İstikametimiz Usturumca artık diye düşünürken Dr. Süleyman Baki takip ettiğimiz öndeki aracının yönünü İştip’e çeviriyor.
İştip şehir merkezine yakın bir yerde duruyoruz.
Karşımızda terkedilmiş bahçeli 2 katlı bir ahşap ev.
Araçtan iner inmez Süleyman Bey evin hikayesini anlatıyor.
Bu ev merhum Sabahattin Zaim Hoca’nın doğduğu evmiş. Şu anda metruk vaziyette. Merhum Sabahattin Zaim Hoca evi yeniletmemiş ama hemen karşısına bir yurt / kurs inşa ettirmiş. Hüdayi Vakfı tarafından kullanılan bina da öğrenciler eğitim döneminde islami ilimler okuyorlar.
İştip’te birçok cami maalesef kapalı. Merkezdeki bir Cami açık ama o da epey zor durumda diyor.
İştip’e kısa bir ziyaretten sonra artık Kurban kesimi ve dağıtımı için istikametimiz Usturumca.
Usturumca’ya bağlı iki köyde Sadakataşı adına Kurban dağıtımı için ana yoldan çıkıp bir Yörük köyüne doğru yol alıyoruz. Yörük köyü dağa yaslanmış bir tepe de.
Köyün ismi de Yukarı Mahalle köyü.
Vardığımızda göz yaşartıcı bir tablo bizi bekliyor. Ellerinde Türk bayrakları köyün çocukları Türkiye sloganları ile bizleri karşılıyorlar. Sarışın, esmer, rengarenk Yörük çocukları. Bayramlıklarını giymişler en güzelinden. Araçtan iner inmez yanlarına gidip hediyelerini dağıtıyoruz Bayram Ali ile birlikte. Beraber yola çıktığımız Erol Bey hem izliyor tabloyu hem ağlıyor.
Ağlanmayacak gibi değil gerçekten de.
Hem hüzün hem sevinç birarada.
Sonra köylülerle kucaklaşıp Kurbanları dağıtıyoruz Sadakataşı, İHH ve Üsküp Ensar Derneği adına.
İmam kardeşimizin evine misafir oluyoruz.
Yer sofrasında karpuz, peynir, domates ikramının lezzeti belki de “cennet taamı” oluyor bize.
Yörük köyleri oldukça fakir.
Tütün ve hayvancılık ile geçiniyorlar. Dik ve sarp bir yokuşta kurulmuş köylerinde aslında bizi yaşatıyorlar ve yaşıyorlar. Ezanı ve bayrağı Türk milletinin neden kutsal bildiğini orada daha iyi anlıyor ve yaşıyorsunuz. Mukaddesatın kıymetini ve bir milleti ayakta tutan şeyin ne olduğunu orada anlıyorsunuz.
Yörük köyünün ardından “esmer vatandaş” diye bildiğimiz Çingene diye kimilerinin aşağıladığı tertemiz bir başka Türk köyüne geçiyoruz. Camisi ve evleri bembeyaz bir köy burası. Meyve bahçeleri ile çevrili köyün sokakları da tertemiz. Köyü organize eden Bülent Bey,
önce evde ikramda bulunmak istiyor. Hayır diyoruz önce Kurban dağıtımını halledelim. Bahçesi geniş bir eve geçiyoruz, her şey hazır ve orada da kardeşlerimize Sadakataşı ve Üsküp Ensar Derneği adına kurbanları dağıtıyoruz.
Yaşlı teyzeler, Ablalar, Amcalar sırayla güzel bir düzende hediyelerini alıyorlar.
Sonra nefeslenmek için Bülent Beyin evinin bahçesindeki taze ve soğuk meyve ikramına iştirak ediyoruz. Sıcaklığın 40 derece olduğu bir ortamda gölge, soğuk su ve meyve ilaç gibi geliyor insana.
Hani derler ya motoru soğutmak tam öyle bir serinlik veriyor bize ikramlar. Hatta üzüm, peynir ve karpuzdan da arabanın bagajına koyuyor Bülent Bey bir miktar yolluk olarak.
Sonrasında hisseli 7 büyükbaş ve 1 küükbaş hayvan kesimi için caminin yakınındaki mezbahaya geçiyoruz. Erkenden yola düşünce zamanın bereketli olduğunu bizzat yaşıyor insan.
Tehlil tekbirleri eşliğinde o vazifemizi de ikmal ediyoruz. Son derece nezih bir ortam da dualarla hisse sahiplerinin isimleri okunuyor, kasaba vekalet veriliyor ve Bismillahi Allahü Ekber sadasıyla Allah için kurbanlar veriliyor.
Elhamdülillah vazifemizi tamamlamış olmanın verdiği hafiflikle doğru mescide.
Dua ve niyaz vakti.
Dr. Süleyman Baki Beyin imametinde namazlarımızı da ikmal ediyoruz.
Cami de biraz sohbet edip dinleniyoruz.
Biz Üsküp’e geri dönmeden Filibe’ye geçeceğimiz için Dr. Süleyman Baki, Muaz ve Necati Beylerle helalleşip veda ediyoruz.
Yolumuz önce Filibe ve ertesi günü nasipse İstanbul.
Bir Kurbanı daha Balkan coğrafyasındaki ata yadigarı kardeşlerimizle birlikte tamamlamış oluyoruz böylece.

Sümmani'nin araladığı kapıdan geçerek


Öyle kuru dava ile irfanlık olmaz
Huzur-i arife irfana karşı
Candan geçmeyince canan bulunmaz
Bezirgan et beni erkana karşı
Aşık Sümmani

Aşık Sümmani’yi bilirsiniz veya en azından ismini duymuşsunuzdur. Pek çok eseri bestelenen bir Hak aşığıdır ve Anadolu erenlerindendir.
Ervah- Ezel’den şiirinin bestelenmiş hali türkü olarak yıllardır dilden dile dolaşır ve okunur.
Aşık Sümmani üzerine konuşmayı ve yazmayı ehline bırakıp bizim esas konumuz olan Aşık Sümmani’nin de dizelerinde dile getirdiği irfan meselesiyle biz devam edelim.
Bir Pazar sabahı gelişen tevafuklar bizi yeniden irfan meselesini yazmaya sürükledi.
Pazar günleri genelde yaptığım üzere erken sayılabilecek saatlerde köşe yazılarına göz gezdirmeye başladım. Twitter’da ne var ne yok diye göz gezdirirken ilk önüme düşen yazı Erol Göka Hocanın “Dostum, dostum, dostum” başlıklı yazısı oldu. Okuduğumda İbrahim Tenekeci ağabeyin, dostluğa ilişkin “Dostluk nedir?” yazısı da zihnimde yeniden tekrarlandı. Neredeyse birbirini bütünleyen iki yazı diye düşünürken, Leyla İpekçi Hanım’ın “Sırlı buluşmaların gizli ‘Sevgili’si” yazısına tevafuk ettim. O yazıda durup dinlenirken, Ayşe Olgun’un Ezel Erverdi ile yaptığı geniş bir röportaj – sohbeti ile de iyice sarsıldım.
Bütün bunlar birkaç saat içinde olup bitiyordu ki, son günlerde gündemde olan ve benim de izlesem iyi olur diye düşündüğüm “ Van Gogh Sonsuzluğun Kapısında” filminin gösterime girdiğini gördüm.
Kahvaltı ve evdeki işleri tamamlayıp siyasi gündeme de göz attıktan sonra soluğu “Van Gogh Sonsuzluğun Kapısında” filmini izlemek üzere sinemada aldım. Uzun filmleri izlemek konusunda pek başarılı değilimdir özellikle sinema ortamında. Kendi kendime söz verdim ve sabırla bu filmi sonuna kadar izlemeliyim diyerek filmi sonuna kadar izledim.
İki yazı, bir röportaj ve bir film.




İrfan meselesiyle ne ilgisi var bütün bunların diye ya da neden bize kendi hikayeni anlatıyorsun diye düşünüyorsunuzdur elbette bu satırları okurken.
Mesele şu ki; insanın hakikat arayışı bazen Erol Göka ve İbrahim Tenekeci’nin dostluk üzerine yazılarında, bazen Leyla İpekçi’nin Sırlı buluşmaları yazısında anlattığı tevafuklarda bazen de Van Gogh’un hikayesinin anlatıldığı bir sinema filmini izlerken de sürüyor.
Ezel Erverdi ağabeyle yapılan röportajda idealizm karşısında dönemin şartlarının zorlukları ve Nurettin Topçu’nun çevresinde yaşanan imkansızlıklarda aslında İrfan ve Hakikat arayışının öyle kolay olmadığını bize anlatıyor.
Aşık Sümmani’nin Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin seyri sülükundan geçmiş Halifesi olması bilgisi de insanı bir limandan alıp fırtınalar içinde okyanusa yeniden döndürüyor ve seyre devam ettiriyordu.

İnsan ancak gönlü ile insan olabilir diye tekrarlayıp kendi kendime duruyorken, İsmail Halis dostumuzun paylaştığı Merhum Turgut Cansever Hoca’nın Vefa Sempozyumundaki konuşmasını da izleyince durup teslim oldum Hakikate ve İrfana. Turgut Cansever Hoca Fatih Külliyesi, Bayezit Külliyesi, Sultan Fatih, 2.Bayezid, Şeyh Vefa ve İbn Arabi Hazretlerinden de bahisle taçlandırdığı konuşmasındaki aşkı, vecdi ve heyecanı ile kaçmanın zor olduğu bir yüzleşme ile baş başa bırakıyordu bizi.
Ve adeta bütün bu olan biten önce bana sonra hepimize şunu öğütlüyordu; İnsanoğlu geldiği ruh aleminden, ruh ve beden olarak varolduğu dünya hayatında saadeti (ruhi ve bedeni) ancak ve ancak hakikate ve irfana teslim olarak elde edebilir ve yeniden asıl ve ebedi yurdu olan ahiret yurduna göçebilir.

İrfan mektebinin talebeleri olmak, bilginin ötesine geçmeye çabalamak için bizi sürekli teşvik ediyor. Bu çaba içinde olmanın bizatihi kendisi bir seyr halidir. “Hepisinden iyice bir gönüle girmek” derken kastedilen mana ile bir ressam olan Van Gogh’un ya da Nietzsche’nin anlam ve hakikat arayışı arasında bir bağ kurmadan bir tefekkür üretmemiz mümkün olabilir mi acaba?
Peki biz bunları konuşurken dünyanın hali nice olacaktır be adam diye düşünmüyor değilim elbette. Nasıl bir düzen kuracağız ve sağlayacağız insanın saadeti için?
İnsanoğlunun saadetini sağlayacak olan şey kuracağımız maddi varlık alemindeki düzen midir ki acaba diye de düşünmüyor değilim elbette.
Değer ve anlam kaybının zirvelerinde dolaşan insanoğluna hangi imkanı sonuna kadar verirsek verelim, onu ruh ve beden olarak saadete ulaştıramıyoruz. Mutmain olmayan bir “azgınlık” hali var insanoğlunun bir kısmının. Bunun bedelini de kendisiyle birlikte başkalarına ödetiyor. Gelişmiş toplumlar diye bahsedilen toplumlar Doğu toplumlarından yani hayatında dinin yer aldığı toplumlardan daha mutlu olduğu varsayımıyla düşünüyoruz her şeyi. Çünkü temel paradigma bu. Buradan hareketle kendimizi yerden yere vuruyoruz. Kurduğumuz koca şehirler insanın zindanı olmaya devam ediyor. İnsani olandan, ruhumuza iyi gelenden, fıtrata uygun olandan ve insanı vahşilikten uzak tutandan çok uzaklara düşüyoruz temel paradigmamız ilerleme ve gelişmişlik olunca.

Çok katlı devasa yapılar, minareleri aşan rezidanslar, gökyüzünü kapatan darlıkta sokaklar, denizden esen rüzgarı kesen toplu konutlar, genetiği bozulmuş gıdalar ve daha bir çok sebeplerle oluşan buhran ve bunalımların nelere sebep olduğunu neredeyse takip etmeye bile korkar olduk. Duymamaya ve görmemeye çalışıyoruz. Sürekli haber izleyen ve haberciliğin içinde olan insanların ruh hallerinin normal olduğunu iddia edebilir miyiz?
Her konuda fikir serdetmek nasıl bir uzmanlık ya da bilgi gerektirir acaba?
Allah’ın halifesi olan insanın hakikat arayışı kıyamete kadar bir imtihan olarak sürüp gidecektir şüphesiz. Biz bu topraklarda büyük bir mirası devralmış bir millet olarak hiç değilse insanlığın muhtaç olduğu hakikat ve irfan bilgisine sahip olan insanlar olarak değer ve anlam kaybından kurtulmalı, elimizdeki kıymetin farkında olmalıyız.


Şeyh Vefa’dan Aşık Sümmani’ye, İbni Arabi’den Yunus’a ve Mevlana’ya, Halid Bin Zeyd’ten Sultan Fatih’e, Nurettin Topçu’dan Turgut Cansever’e çok geniş bir anlam ve değerler dünyasını inşa edecek bilgi, birikim ve tecrübeye sahibiz.
Yeniden değerlerimizi kuşanmak, zamanı ve vakti anlamak, İrfan ve Hakikat Mektebinin tecrübesini hayata aktarmak, belki başka topluluklar için zor olabilir ama bizim için bu kadarda zor olmamalı artık.
Değer, anlam ve ruh dünyamızı, şehirlerimizi ve memleketimizi imar ederken hatırdan uzak tutmadan ilerlemek için hala çok geç değil. Elimizdekileri kaybetmeden neyi kaybettiğimizi hatırlamanın vaktidir.

Çün okudun bilmezsin


“Okumaktan mânâ ne
Kişi Hak’kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir”
Yunus Emre
Bizim Yunus böyle demiş çağında, kastettiği mana elbette irfan ehline malumdur.
Okumak, kitap ve kütüphane konusunda her yıl yayınlanan istatistik bilgiler çerçevesinde Türkiye’de kitaba ve okumaya gereken önemin verilmediği ve gelişmiş(!) ülkelerden çok geride olduğumuza ilişkin konuşmalar, veciz sözler ve ifadeler paylaşılır, bu türden istatistiklerle hepiniz karşılamışsınızdır. Gerçekten böyle midir, değil midir ya da bu sonuçlar geliş(me)mişliğimizin nedeni midir, sonucu mudur, çeşitli kültür ve sanat muhitlerinde tartışılır durur ve sonra unutulur. Kendimizi aşırı yüceltenlerle, Batı’yı yüceltip kendi toplumunu yerin dibine sokan grafikler ortalıkta cirit atar.
Yakın zamanda TUİK tarafından açıklanan son veriler eşliğinde konuyu biraz daha derinlemesine okumak ve anlamak istedim. Ve bilginin peşine düştüm.
TUİK verilerine göre tablo şöyle;
Türkiye’de 28.126 kütüphanemiz var.
Milli kütüphanemizdeki kitap sayısı 1 milyon 410 bin 489
Halk Kütüphanelerinin sayısı 1.146, Halk kütüphanelerindeki kitap sayısı 19 milyon 993 bin 613.
Üniversite Kütüphanelerimizin sayısı 564, kitap sayısı 16 milyon 385 bin 532.
Eğitim kütüphanelerinin sayısı (özel okul, kurs vb.) 26.415, kitap sayısı ise 26 milyon 707 bin 127.
TUİK verilerine genel olarak baktığımızda, kütüphanelere devam edenlerin ve kullananların sayısı, yalnızca halk kütüphanelerinde artış göstermiş.
Kültür Bakanlığı’nın Gezici Kütüphane projesi çalışmasındaki son durum ise şöyle, 44 Gezici Kütüphane, 158 bin 690 kitap, 383 bin kullanıcı, 88.691 üye ve yaklaşık 450 bin civarında ödünç verilen kitap var.
Peki 2017 yılında Türkiye’de ne kadar kitap yayımlanmış bir de o verilere bakalım isterseniz.
2016 yılının ilk 11 ayında toplam 379 milyon 763 bin 522 adet kitap üretildi.
2017 yılında ise toplam kitap üretim adedi 381 milyon 964 bin 139´a yükselmiş.
Kitaplar ve kütüphanelerdeki durumu özetlemiş olduk.
Peki kitap okuma oranı nasıl diye merak ediyorsanız, o sorunun cevabına da bir bakalım.
Avrupa İstatistik kurumu (Eurostat) her yıl 23 Nisan'da kutlanan Dünya Kitap Günü dolayısıyla ülkelerin kitap okuma oranlarını açıkladı.
Eurostat'ın raporuna göre Avrupalılar kitap okumaya günde 2 ila 13 dakika arasında vakit ayırıyor.
İstatistik kurumunun 15 Avrupa ülkesi üzerinden yaptığı araştırmaya göre 2008 ve 2015 yılları arasında ortalama kitap okuma suresi Fransa'da günde 2, İtalya'da 5, Avusturya ve Romanya'da ise 10 dakika ve üzerinde.
Türkiye günde 6-7 dakikalık kitap okuma ortalaması ile Fransa ve İtalya gibi birçok Avrupa ülkesini geride bırakmış.
20 ila 74 yaş arasında yapılan araştırmaya göre Finlandiya ve Polonya'da günde 12 dakika, Estonya'da 13 ve Macaristan'da 10 dakikalık okuma oranları en yüksek değerlere sahip.
Ve son olarak 2017 yılında ne kadar kitap satıldığına bir bakalım.
Bakanlığın açıkladığı bandrol ve tescil istatistiklerine göre süreli olmayan yayın bondrolü satışı 2016 yılında 404 milyon 129 bin 293 iken 2017 yılında 407 milyon 739 bin 8’e yükseldi.
Eser türlerine göre en fazla bandrol satışı eğitim kategorisindeki yayınlarda yaşandı.
2017 yılında eğitim alanında 209 milyon 504 bin 110 bandrol satışı yapılırken, yetişkin kategorisinde 77 milyon 621 bin 806, inanç kategorisinde 42 milyon 229 bin 572, çocuk-gençlik kategorisinde 41 milyon 867 bin 509, yetişkin kurgu kategorisinde 25 milyon 72 bin 382, ithal yayın kategorisinde 6 milyon 688 bin 443 ve akademik alanda 4 milyon 755 bin 186 adet bandrol satışı yapıldı.
Kitap konusunda aslında zengin bir mirasa sahibiz. Önemli isimler, eserler ve kütüphanelerimiz var. Son yüzyıldaki kültür hayatımıza ya da kitabiyat ilmine ömrünü vermiş büyük insanlarımız var. Hepsi de neredeyse yaşadıkları sürece tüm imkanlarını kitapları ve bulundukları kütüphaneleri için seferber etmişler.
Bu isimlerden en dikkat çekenleri Ali Emiri Efendi (1857- 1924) ve İsmail Saib Sencer (1873 – 1940).
Bu isimlerin hayatlarını, bıraktıkları sözlü ve yazılı mirası okumak, anlamak bile insanın bilgi birikimine çok ciddi katkı yapmaya yetiyor. Ve insanın kitaba ilişkin iştahının artmasına vesile oluyor.
Kitaplarla hemhal olmanın, kütüphane sahibi olmanın, Sahaflık mesleğinin kültür hayatımızda ne denli önemli olduğunu anlatmak abesle iştigal olur.
İstanbul Beyazsaray’daki (şimdilerde yıkıldı ve yayınevleri YÜMNİ İş Merkezine taşındı) Enderun Kitabevi’nin sahibi merhum İsmail Beyi, bilmeyen ya da duymayan yoktur herhalde. Aslında “kitap aşığı” olmak bambaşka bir tutkunluğu anlatır bizim kültürümüzde.
Türkiye’nin bugün geldiği ve içinde bulunduğu zaman diliminde, kitap okumak, kitap almak, kitapların basılması, satışı ve pazarlanmasının, diğer ülkelerle kıyaslanarak ortaya çıkan istatistiksel sonuçları bizi doğru bilgiye ulaştırmayabilir.
Türkiye’de okuma alışkanlığının ya da okuma oranlarının istatistiksel veriye dönüştürülmesinde izlenen yol, genel geçer kuralların ortaya çıkması için bir veri olarak değerlendirilebilir. Ancak kesin ve doğru bilgiyi ihtiva ediyor demek çok doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Hele hele çoğu kimsenin dijital okuma yapmaya yöneldiği, modern(!) iletişim araçlarının yaygın olarak kullanıldığı ülkemizde, kitap okuma oranlarının çok doğru tespit edildiğine dair şüphelerimizin olması mümkündür.
Kitapların alınması, okunması, kütüphane alışkanlığının ve kütüphanelerin yaygınlaşması çabası ve teşvik edilmesi kesinlikle doğru bir yaklaşımdır, bunda tereddüt ve şüpheye yer yok. Ancak bunu yaparken, mobil iletişim araçlarını ve interneti en yoğun kullanan ve genç nüfusuyla dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olan Türkiye’nin okuma alışkanlıklarının biçimi yeniden yorumlanmalıdır. Kağıttan okumak geleneksel bilgi edinme yollarından biridir. Bu geleneğin yaşatılması, ayakta kalması ve devam ettirilmesi bir kültür politikası olarak elbette sürdürülmelidir. Ancak bunu yaparken yeni ihtiyaçları ve bilgiye ulaşmak için kullanılan yeni gelişen yolları, araçları ihmal edemeyiz.
Hem Ali Emiri Efendi ve İsmail Sencer’in mirasını devralıp korumalı, hem de onların bilginin oluşması ve ulaşılması için ortaya koyduğu çabanın bir benzerini gelecek nesillere taşımak için yeni ve genç nesillere uygun ortam, zemin ve araçlar üretmeliyiz.
Öğrenme açlığı, okumayı teşvik eden en önemli itici güçtür. Öğrenme ihtiyacı duymayan kuşakların ve nesillerin, doğru bir okumaya sahip olmasını da beklemek hayaldir. Bilgi sahibi olmak, öğrenmek için girişilen çabanın bir sonucu olan “OKUMAK” eylemini tek başına sürekli kutsamak yerine, edinilen ve ulaşılan bilginin ve aracın nasıl ve neler olduğuna dair de kafa yormak gerekir.
Burada sizlerle paylaşmayacağım ama okuma oranlarımızın içindeki okumaların azami kısmının “aşk romanları” ve “kişisel gelişim” kitapları olması tesadüf değildir herhalde. Diğer ülkelerden az ya da çok okumak istatistiksel pozitivizmine takılmaktansa ne okuduğumuza ya da neler okunduğuna da odaklansak, çok daha iyi bir iş yapmış olacağız.

Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek


24 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sabaha büyük meraklar içinde uyandı. Gece yarısına kadar süren hatta bazıları sabahı bulan, tartışmalar ve değerlendirmeler medya platformlarında (TV, radyo, sosyal medya) yapıldı. Doğrusu bir kısmımız epey uykusuz kaldı. Herkes şimdi ne olacak sorusunun cevaplarına odaklandı. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak isimlendirdiğimiz kendimize özgü Başkanlık Sistemi’ne geçtik. Sonra yasal prosedürler, yemin törenleri vs. ile devam eden siyasal ve yeni teamüllerin oluşmasına ilişkin programlar…
Hayır, tam olarak bu siyasal konuları anlatmayacağım ve yazmayacağım, zaten hep birlikte bu süreci yaşamayı sürdürüyoruz. Asıl odaklanmak istediğim konu “Kültür meselemiz”. Sayın Cumhurbaşkanımızın bir hitaplarında “başarılı olamadık” dediği iki alandan biri. Diğer Maarif yani Milli Eğitim meselemizdir, malumunuz olduğu üzere.
Peki, gerçekten 16 yıllık bir iktidar döneminde neden Kültür konusunda başarılı olunamadı ya da tam olarak bir başarısızlık söz konusu mudur gerçekten?
Kastedilen şeyin Kültürel İktidar olarak odaklanılan şey olması durumunda evet bir başarı sağlanamama tablosu ile karşı karşıya kalındığı varsayılabilir. Ancak tam olarak başarısız olduk denilecek kadar vahim bir tablo olmayabilir.
Kendimizi Kültürel İktidarı ellerinde tuttukları varsayılan çevrelerin dili ve kriterleri ile değerlendirdiğimizde kendi kendimizi mahkûm etmiş oluyoruz. Bu yaklaşım bana çok doğru gelmiyor. Kendimize haksızlık etmeyelim. Elbette hamaset yaparak durumun çok parlak olduğuna dair kendimizi kandırmak üzerine cümleler kuracak değilim. Durum tespiti yapmak daha yerinde bir yaklaşım olacaktır.
Öncelikle şu Kültür meselesinin ne olduğuna bakmalıyız. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kültür Bakanlığı’nın faaliyetleri açısından başarılı dönemler yaşanıyor. Yayınlar, sempozyumlar, etkinlikler, destekleme programları, sinema ve senaryo çalışmalarına ilişkin verilen destekler, tiyatrolar vs. Bu alanlarda yapılan işlerin ve verimliliğinin arttığına dair ciddi veriler mevcut.
O halde başarısızlık (!) bu meselenin neresinde?
İşte başarısızlık (!) olarak addedilen şey, üretilmesi beklenen “İslami, muhafazakar, dindar, mütedeyyin” çevrelerin beklentisini karşılaması muhtemel icraatların ortaya çıkmaması ya da çıkarılamaması.
Oysa bizim tarihsel geleneğimiz tam da bunun devlet ya da iktidar eliyle mümkün olamayacağını ispatlayan onlarca dönemsel örneklerle dolu. Yüzyıllık Cumhuriyet Türkiye’si tarihinde yürütülen kültürel mücadele sürecinde hiçbir zaman bir devlet (iktidar) ağırlığı merkezde olmamıştır.
Herkesçe muteber sayılan Mehmed Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç gibi isimlerin devletle (iktidar) ilişkilerine baktığımızda genelde mesafeli bir ilişki söz konusudur.
Cemil Meriç Kültürden İrfana isimli eserinde kültür ve medeniyetin kavramsal olarak Batı’daki tanımlarına mesafe koymuş ve karşı çıkmıştır. Meriç bu iki kavram yerine bize ait olan “İrfan”ı ve İbn Haldun’un “Umran”ınını bilinçli şekilde tercih etmiştir. Hatta Kültür’ün Batı’daki kavramsal karşılığının ve ardından bizdeki Medeniyet ile ilişkilendirilmiş halinin de sorunlu olduğuna dikkat çekmiştir.
Kültür meselelerimiz sorusuna şöyle cevap veriyor merhum Cemil Meriç;
“Dante’nin Cehennem’ine yeni bir fasıl eklemek istemiyorum. İrfan, Batı entelijansiyasının “Gnoz” (gnose) adını verdiği “ilm-i ledün”dü. Karanlıkları ışığa boğan bir şimşek. Yarı ilhami yarı seziş. Cedlerimiz, ilahi esrarın heybeti karşısında “Sübhaneke ma arefnake hakka marifetike ya Maruf” diye çarpınıyorlardı. Kültür’e gönül verenler mavera karşısında böyle bir dehşet duymazlar. Ne mutlu bize ki, dilimizi de kaybettik. Tarihimiz mührü çözülmemiş bir masal hazinesi. Ne Batı’yı tanıyoruz, ne Doğu’yu. En az tanıdığımız ise kendimiziz. Hadis-i Kudsi, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurur. Böyle bir bilgiye, fert olarak da, cemiyet olarak da, beşeriyet olarak da, en çok şimdi muhtacız. “
Evet, Cemil Meriç Kültür ve Medeniyet’ten öte bir anlam dünyasına kapıları sonuna kadar açıyor bize. İrfanın ve Umran’ın derinliğine ve geniş anlam dünyasına yelken açın diyor adeta.
Şimdi bu noktada durup yeniden düşünmeliyiz.
Bizim kültürümüz ve medeniyetimizin kavramsal anlam bütünlüğünü ve derinliğini içkin olan yani İrfan ve Umran bakımından neler yapılmıştır? Bu anlamda bir Kültürel İktidar kurmak için devlet (iktidar) olmak yeterli midir?
Devlet (iktidar) aygıtı eliyle sürekliliği olan topluma mal olmuş bir kültürel iktidar inşa edilebilir mi?
Hatta meselenin bir de yerel boyutu var ki, oraları da konuşmaya ve yazmaya başlarsak daha ciddi yapısal sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya bu yazı imkân vermez. Bütün bunları Kültür Bakanlığı’nı ya da yereldeki yönetici sınıfını yüceltmek ya da yermek için anlatmadım. Bu bizim için bir durum tespitidir.
Artık Kültürel İktidar tartışmalarını bir kenara bırakarak, yapılması gerekenleri klik kavgasına dönüştürmeden yapmaya başlasak çok daha iyi bir iş yapmış olacağız.
Sanat dediğimizde Geleneksel Sanatlarımızı ihmal etmeden ama alanı da daraltmadan, Edebiyat dediğimizde belli günlerdeki “Anma” programlarına takılıp kalmadan ilerlemeyi öğrenmeliyiz. Kültür, Sanat, İrfan ve Medeniyet bir sokağın kaldırım taşlarının dizilişinden, bir kültür merkezinin sahnesinin perdesinin açılış -kapanışına kadar hayatın her safhasında bir inanışı, tefekkürü, bakışı, anlayışı ve uygulayışı da barındırdığını anlamalıyız artık.
“Felsefe neden önemlidir?” sorusuna verdiğimiz cevaplarla “şehirlerimiz neden özgünlüğünü kaybederek kentleşiyor” sorusuna verdiğimiz cevap arasındaki bağı kavradığımızda “varlık bilinci”mizi de yeniden keşfederek Kültürü aşan İrfan ve Umran’a ulaşmanın basamaklarını çıkarken kendimizi bulacağız.
Yeryüzünde bunca tuğyan, kan, zulüm, açlık ve işgal devam ederken bunlar çok mu önemlidir ey arkadaş diyorsanız eğer; unutmayın ki Fatih ve Süleymaniye kürsülerinde İstiklalinizi korumak için çırpınan bir Mehmed Akif çıkaramazsak ne istiklalimiz ne bağımsızlığımız ne de devletimiz elimizde kalır. (Allah muhafaza buyursun)