Cumartesi, Temmuz 30

Kolay olmayacağı belli değil miydi?


Oturduğu yerden doğruldu.
Düşünmeye başladı.
Nehrin öte yanında kalanlarla ilgili hatıraları canlandı zihninde. Sonra üstüste gördüğü rüyaları anımsadı. Güldü kendi kendine. Nehrin öte yanında kargaşa sürüyordu. Şehrin Bilgesi hayata veda ettiğinden beri kavga ediyordu nehrin öte yakası. Bazen gürültü o kadar yükseliyordu ki, kulağına çalınan sözler tıpkı bu yakaya geçmek zorunda kaldıkları günlerde onlara söylenen sözleri hatırlatıyordu. Orada kavga hiç bitmeyecek galiba diye geçirdi içinden. Neyse biz bu yakanın dertlerini çözelim diye söylendi kendi kendine.
Bu yakaya geçerken nehrin üzerindeki tahta köprüyü yıkmıştı karşı yakadakiler sakın bir daha o yakaya geçmesinler diye. Köprüyü yıkan adamlardan birini bir gün nehrin kenarında ailesiyle birlikte gördü. En çok öfkeli olanlardan biriydi o da. En çok bağırıp çağıranlardan. Yüzüne baktı, öfkeli adam onu hatırlamamıştı bile. O görevini yapmıştı o anda sadece, o kadardı onun için.
Nehre baktı sonra, neden hepimiz bu nehrin etrafında kurduk evlerimizi diye düşündü. Nehir yaz-kış demeden akar, coşkun aktığı günler de bazen etrafı yıkardı. Ama yine de o nehirden uzaklaşamadılar her iki yakanın insanları.
Ezan okunuyordu. Bismillah deyip akan sudan abdest aldı. Mescide doğru yürümeye başladı. Mescid bu küçük şehrin tam ortasında yeni yeşeren söğüt ağaçlarının yanıbaşındaydı. Ezanı tekrarlıyordu içinden. Hayya alel Felah, Hayye Alel Felah, La Havle ve la kuvvete İl Billah diye mırıldandı. Mescide yaklaşmıştı iyice.
Herhalde elli, altmış adım filan kalmıştı ki, biri seslendi arkasından; Ahmet, Ahmet!
Döndü ve baktı;
- Oooo, dostum, kardeşim nasılsın?
- Hamdolsun kardeşim sen nasılsın?
- Şükür Mevla’ya, Allah bugünümüzü aratmasın.
- Amin Amin dediler ikisi de.
Sonra sustular ikisi de. Mescide girdiler. Öğle namazlarını eda ettiler. Bu yakanın sakinlerinin çoğu oradaydı. Herkes bilir, tanırdı birbirini zaten. Göz göze gelerek selamlaştılar Mescid’de. Namaz çıkışı herkes mütebessim selamladı birbirini. Ahmet Mescid’e girerken karşılaştıği misafirini de aldı yanına ve birlikte söğüdün gölgesine oturdular.
Mescid’in yanındaki çay ocağını işleten Vasfi Amca’ya seslendi;
- Vasfi Amca çayın tazeyse sana zahmet bize iki çay ikram et.
Vasfi Amca;
-Tamam evladım.
Vasfi Amca yazları Kuran öğrenmek için yanına gelen torununa seslendi;
- Şerif yavrum gel de şu çayları Ahmet Abi’nlere ver hadi.
Şerif
- Tamam Dede geliyorum.
Vasfi Amca görmüş geçirmiş adamdı. Nehrin öte yakasındayken yıllarca Şehrin Bilgesi’ne hizmet etmiş ama onun vefatının ardından o da diğerleri gibi gadre uğramıştı. O da gönül koyup nehrin bu yakasına geçenlere katıldı. Şimdi bu küçük Mescid’in hem temizliğine bakıyor hem de çay ocağını işletiyordu. (İşletiyor dediysek ilgileniyor yani). Bilge Adam’la geçirdiği uzun yıllar çok şey öğretmişti Vasfi Amca’ya. Ama hiç konuşmazdı,anlatmazdı.Onun ölümüyle bildiği herşeyi gömmüştü o da. Hani sır küpü dense yeridir. Şimdi huzurluydu, kavgadan uzak kaldığı için. Bazen o da söğüdün gölgesine oturur, kendi demlediği çayı yudumlar, uzaklara doğru bakardı öylece. Ama hiç konuşmazdı. Soru soran olursa “Boşver evladım herkes işine baksın” der geçerdi.
Ahmet uzun süredir uzak kaldığı dostuyla Vasfi Amca’nın torunu Şerif’in getirdiği çay eşliğinde derin bir sohbete daldı. Eski günleri andılar sık sık. Bereketli zamanları, başakların herkesi doyurduğu günleri yadettiler. Hatasıyla sevabıyla büyük iş çıkarmışız o zamanlar diye düşündüler.
Bu arada Ahmet’in misafirinden bahsetmedik hiç değil mi? Onu da anlatalım. Ahmet’in misafiri, Balıkesirli Feyzullah Efendi’nin torunlarından Ahmet Sabri Yılmaz. Ahmet Sabri de uzun yıllar Şehrin Bilgesi’nin yakın çevresinde olmuş, kimseler yokken Dedesi Feyzullah Efendi’nin de yönlendirmesiyle Şehrin Bilgesi’yle birlikte mücadele etmişti. Dedesi Feyzullah Efendi Nakşibendi idi. O bölge de sadece maneviyat önderi olması bakımından değil, sosyal çevresi oldukça geniş biri olduğu için hem manevi önderdi hem de eşraftandı. Balıkesir’in kalkınmasına ve Kurtuluş Savaşı yıllarında ayakta kalmasına öncülük etmiş herkesin saygıyla ve hürmetle andığı bir isimdi. Ahmet Sabri dedesinin Feyzullah Efendi’nin ismine layık olmak için çok çabaladı. Sağlam bir ticari sicili olsun diye çabaladı durdu. Kul hakkından uzak durdu. Kendi halinde zeytincilik yaptı yıllarca. O da dedesi gibi saygın bir isim oldu hep çevresinde.
Ahmet’in, adaşı Ahmet Sabri ile dostluğu Uludağ Üniveristesi’ndeki öğrencilik yıllarında başlamıştı. Ahmet orta halli bir ailenin oğlu, Ahmet Sabri’nin maddi durumu Ahmet’ten azıcık daha iyiceydi. Ama hep eşit gibi dost oldular. Ahmet Sabri tevazuunu hep korudu. Aynı evde kaldılar yıllarca herşeylerini paylaştılar öğrencililk yıllarında.
Sohbet iyice koyulaştı söğüdün altında. Şerif çayları tazeliyordu sürekli.
Ahmet; Sabri (adaş oldukları için Sabri diye hitap ederdi), nehrin bu yakasını bir türlü toparlayamadık. Eksik birşeyler var hep içimde. Boşluğu doldurulamayan birşey. Oturduk kaç defa konuştuk. Şehrin ileri gelenleri ile konuştuk. Biliyosun ben birinci derecede sorumlu değilim ama dertleniyorum işte. Üstüme vazife değil ama sık sık uğruyorum bizimkilere, konuşuyorum, anlatıyorum ama bir türlü toparlayamadık durumu ne dersin nerede neyi eksik yapıyoruz?
Ahmet Sabri derin bir nefes aldı Ahmet’in gözlerinin içine baktı, gözleri nemlenmişti. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Sonra yutkundu ve konuşmaya başladı; Bak Ahmet beni tanırsın, bugüne kadar hiç seni üzmedim ama bu söyleyeceklerim beni üzdüğü kadar seni de üzebilir. Sen diyorsun ki; üstüme vazife değil ama yine de konuşuyorum bizimkilerle. Bu yanlış bir kere. Ne demek üstüme vazife değil. Nehrin bu yakasına birlikte geçmediniz mi? Evet birlikte geçtiniz. Şimdi eksik olduğunu söylüyorsun ama vazife senin değilmiş gibi davranıyorsun. Madem bu şehri birlikte kurmaya başladınız, o halde eksikleri de birlikte tamamlayacaksınız. Sakın yoruldum, usandım deme. Biliyorum sen usanmazsın zaten ama yine de söylüyorum işte. Benim gördüğüm şehri nehre biraz fazla uzak kurmuşsunuz. O nehrin şehre neler kattığını sen de, ben de çok iyi biliyoruz aslında. Şehrin merkezini suya yakın kurmalıydınız. Nehrin karşı yakasındakilerle karşılaşmayalım diye mesafeyi çok uzak tutmuşsunuz. Biliyorsun nehri kutsamamışımdır hiçbir zaman ben ama bu mesafe sizi nehre doğru değil, kıraç topraklara daha fazla yaklaştırmış. Bu kıraç topraklar daha geniş ama verimsiz. Şehre girişimde bir baktım etrafa her yer beton, soğuk bir havası var şehrin. Hani şu Mescid ve siz de olmasanız başkalarının şehrine geldim gibi hissediyordum az daha. Yani içindekiler sizsiniz yani bir anlamda biziz ama nehre uzak ve kıraç.
Anladım dedi Ahmet, anladım. Bunu hiç düşünmemişti. Şehrin kıraç topraklara doğru kaymasında nehirle şehrin arasındaki mesafenin uzaklığını hiç hesaba katmamıştı. Ahmet, Ahmet Sabri’nin söylediklerini düşündü uzun süre. Ahmet Sabri ile söğüdün altındaki çay sohbeti çok şey hatılattı ona. Ahmet Sabri Ahmet’in ısrarına rağmen akşam yatıya kalmadı. Akşam namazını kıldıktan sonra yolcu etti can dostunu. Feyzullah Efendi’yi anma günlerinde buluşmak üzere sözleştiler ayrılırken Ahmet Sabri ile.
Ahmet tekrar sokak aydınlatmalarının sarı ışıklarının aydınlığında yeniden söğüt ağacının altındaki tabureye oturdu yatsı namazını beklemek için. Eve gidesi gelmedi akşam-yatsı arası. Kalktı bir bardak çay aldı kendine. Vasfi Amca’nın torunu bu saatte eve gittiği için çay içmek isteyen kendi gider alırdı Vasfi Amca’dan. Çayını alıp söğüdün altına tekrar ilişti. Gökyüzüne doğru baktı. Sonra Mescid’e doğru döndü. Minaresi hala inşaat halindeydi. Gökyüzünde yıldızlar göz kamaştırıcı bir parlaklıktaydı. Ay Ramazan’ı müjdeliyordu. Çayını bitirip kalktı. Karanlıkta evlerin arasından nehre doğru yürümeye başladı. Nehir bu mevsimde suyu azalsa da nazlı nazlı akıyordu. Yaklaştı ve serin suyundan abdestini tazeledi. Karşı yakadan yine gürültüler geliyordu. Duymazlıktan geldi. Nehrin suyunun üstüne düşen gölgesine baktı. Abdest ruhunu rahatlatmıştı. Abdest sonrası Kevser suresini okudu içinden üç defa. Sonra İnşirah Suresi’ni ekledi ardına. Yatsı ezanı okunmaya başlamıştı. Şehrin köpekleri ulumaya başlamıştı ezanla birlikte. Yarın şehrin ileri gelenlerine gitmeye karar verdi yeniden. Bundan sonra şehri kıraç araziye doğru değil, nehre doğru geliştirmeye karar almalarını isteyecekti. Tamam dedi kendi kendine. Ahmet Sabri haklı, şehrin eksiği, suyun bereketi, duruluğu ve ve sesi.
Ezan bitmek üzereydi. Tam o anda aklına Bosna’daki Mostar Köprüsü geldi. Mostar Köprüsü’nün yıkılışını ağlayarak izlemişti o da Aliya gibi. Aliya’nın bir taş köprünün yıkılışına neden ağladığını yeniden anlamlandırdı. Ahmet Sabri’nin konuşmaya başlamadan önce neden gözlerinin kızardığını ve nemlendiğini ve ağlamamak için kendini zor tuttuğunu da anlamış oldu.
Bilge’nin etrafında hepimiz korunmuşuz meğerse diye düşündü. Şimdi şehrin liderleri Bilge’nin yetiştirdiği adamlardı ama Bilge gibi olamadılar hiçbir zaman. Sonra söylendi kendi kendine; Bilge’nin ardından kolay olmayacağı belli değil miydi?
Mescid’e girdiğinde cemaat ilk sünnetin birinci rekatını bitirmek üzereydiler.
Niyet etti, namaza durdu.
Allahü Ekber.....

Salı, Temmuz 12

Yedi güzel adam gibi...

Hepsinin canı sıkkındı.
Biribirlerine baktılar, sadece baktılar öylece.
Neden böyle düşünüyor bazıları diye üzülmüştüler. Sonuçtan öte sonuca boyun eğenlere üzüldüler. Sonuçlara bakarak yürümek için sözleşmemişlerdi oysa. Sonuçlar ve şartlar daha başlarken aleyhlerindeydi zaten.
Kimileri ayrıntılarda boğulmuştu kimileri de çatının kiremitlerinin rengiyle uğraşıyordu. Temeli sarsmak için çukur kazanların olduğu haberini aldılar.
Zarif İhanetler yaşadık dedi hüzünle birisi.
Neden yaptıklarını bilmeden temiz ve duru biçimde baktı yüzlerine.
Not ettim birçok şeyi ama dedi.
Mütereddit olmak için bir sebep yoktu diye düşündüler.
Düşünsene dedi; Merhum Aliya 10 yıllık hapishane hayatına ve büyük Bosna katliamlarına rağmen hiç umudunu kaybetmeden etrafındaki bir avuç inanmış insanla ayakta kalmayı başardı. Ve Bosna Devleti’ni kurdu.
Düşünsene dedi; Bütün Avrupa’nın ve dünyanın gözü önünde bir avuç Avrupalı müslüman Boşnak halkının üzerine çullandılar ama yine de pes etmedi Aliya. Tam bir kabus yaşadı Bosnalı müslümanlar.
Diğer dediki; Aliya’nın direnci hiç kırılmadı ve umudunu hiç kaybetmedi. Kendi çevresindekilerden ihanet edenler oldu ama yine de doğru bildiği yolda yürümek konusunda hiç tereddüt etmedi.
Bir başkası söze girdi; Mostar Köprüsü’nin yıkılması bile (hayatımın en acı günlerinden biridir der Aliya o an için) umudunu kırmadı.Ne büyük teslimiyet helal olsun, helal olsun.
Günlerce Aliya’yı, Erbakan’ı ve diğerlerini konuştular. Başkaları için değil kendileri için anlattılar birbirlerine onların gerçek hayat öykülerini.
Dertleri hatalı ve suçlu aramak değildi.
Sorguladıkları başka birşeydi.
Neden zaaf gösteriyoruz ki diye soruyorlardı ve sorguluyorlardı kendilerini.
Birgün birisi çıkıp geldi yanlarına.
- Bitti bu iş dedi.
- Neden bitecekmiş dedi içlerinden biri biraz da sinirli ve burun kanatlarını açarak.
- Neden bitecekmiş açıklar mısın? Diye söylendi diğeri.
- Sizin için bitmiş olabilir, biz daha yeni başladık dedi öteki.
- Olmaz öyle şey emeğimiz var, emeği olanlara saygı duymalısınız dedi bir başkası.
Artık o saatten sonra “bitti” diyenin sözünü duydular ama dinlemediler. O konuştu, onlar itiraz etti. Sonunda “bitti” diyenin söylecek sözü kalmadı, sözü tüketti ve gitti yanlarından.
O gün anladılar ki; O adam meğer yalnız kalmış.
Tamam dediler, anlaşıldı.
O halde “biz şimdi ne yapabiliriz” diye düşünmeye başladılar.
Konuştular, tartıştılar, sordular, soruşturdular ve “biz devam ediyoruz” dediler.
Kimse kalmasa da biz devam edeceğimizi herkese söyleyelim.
Biliyorlardı kendileri gibi düşünen onlarca adam vardı.
“Allah hiç kimseye kaldırabileceğinden fazla bir sorumluluk yüklemez” dedi içlerinden biri.
Herşey bitmiş gibi davranıyordu kimileri ama onlar evlerine geri dönmediler günlerce. Evlerinde oturamadılar, yatamadılar, uyuyamadılar.
Dışarıdan bakanlar “yahu ne konuşuyorsunuz her gün her gün böyle” diye gülüyorlardı.
Birbirlerine sükunet ve inanç telkin ettiler her buluşmalarında. İnanmışlığın ve direncin ne zor iş olduğunun ayırdına vardılar bir kez daha.
Biribirlerine bağırdıkları ve kızdıkları da oldu.
Senin yüzünden diye başlayanlar cümleler de kurdular bazen.
Ama hiç nefis meselesi yapmadılar bu bağırmaları. Kalktılar, yürüdüler, koştular, meydan okudular herşeye rağmen.
Yenilmişliğe ve mütereddit olanlara meydan okudular.
Tıpkı “Yedi Güzel Adam” gibi.
Sayıları üç, beş, yedi değildi. Ama Yedi Güzel Adam gibi bir duruşları vardı sanki. Yedi Güzel Adam’ı hiç konuşmamışlardı oysa.
Ama hikayeleri onlara benzedi.

Cuma, Temmuz 1

Nun vel kalemi ve ma yesturun...

Gönüller var hüzünlendi.

Gönüller var neş’e içinde.

Kiminin neşesi, kimine gam yükü oldu.

Mümin olan gönüllere ne gam ne keder ne de neşe ilaçtır.

Mümin olan gönle mütmain olan ruh neşe verir.

Allah kullarının ruhuna, nurundan üflediğinden yani ilk yaratılıştan beri yalnızca Zatı’nı bildiğinde itminana ereceğini bildirdi.

Şair’in dediği gibi;

Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...

Yalnız seccademin yönünde şefkat...

İnsan eşref-i mahlukattır, insan esfele safilin’dir bazen. Bildiğini bilmez olur, sevdiğini sevmez olur, sözünü unutur olur. Esası sık sık hatırlamakta fayda var.

“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal”

İnsanın serüveni Adem(AS)’den beri zorlu bir imtihanın tarihçesidir. Her insan kendi tarihini yazar. Tarih kitaplarında yazılı olanlarda bu çetin imtihanın Sünnetullah’ın tecellisi olması bakımından insanlar arasında çekip çevirdiği günlerin kaleme alınışıdır.

Aslolan kulun kendi imtihanını başarabilmesidir.

Hepimiz O’nun kullarıyız. Kulluk kimilerince pek hoş karşılanmayan bir kavramdır. Çünkü özünde karşılıksız ve pazarlıksız bir itaat vardır. Ancak Kulluk’ta sır vardır. O bize kendisine “Kul” olmamızı emrederken bizimle kurduğu yakınlığı da şöyle ilan etmektedir;

“Kullarım, sana beni sorarlarsa bilsinler ki ben, muhakkak onlara pek yakınım”

Yakın değil pek yakın, yani O Allah yakin olandır kullarına.

Şu halde Kul-İnsan olarak Kulluk adına yapılan her iş yakin olana yani Allah’a ulaşır. Yakin olmak kimi mutasavvıflarca bir mertebe olarak tanımlanır. Efendimiz(sav)’in İhsan’ı tarif ettiği buyruğunda olduğu gibi.

Şimdi bu kadar hakikati neden söyledik. Ya da bu hakikatleri hatırlamamızın nedeni nedir? Hangi sözümüzü bu hakikatlere istinad edeceğiz.

Öyle ya, madem insanız, kuluz, müminiz...

Kulluğumuzun gereği yerine getirdiğimiz hayatımızda her ne varsa, bizim murad(istememiz) sonucu Allah’ın Halık esmasının tecellisidir. Yaratan iki yol koymuştur önüne kullarının ve kullarını özgür bırakmıştır isteme konusunda. Kul ister ve O yaratır. İyiyi de, kötüyü de, çirkini de, güzeli de yaratan O’dur.

Şimdi dönüp kendimize bir bakalım; Kul olarak biz ne istedik ve ne istiyoruz? Yani Yaratan’dan bizim için yaratmasını istediğimiz “şey” nedir?

Levh-i mahfuz’da yazılı olanın aksine bir şey istesek gerçekleştirebilir miyiz?

(Yaratan’ın “İLİM” sıfatı kulunun öyle murad edeceğini de bilir elbette.)

Onun için ne istediğimize bir bakalım.

Olana, gerçekleşene kin tutmak ve düşman olmak Kulluk bilinciyle örtüşmez. Sebepler alemindeki rolümüz ve irademiz hangi yönde ise yaratılan O’dur. Ama ben ben/biz böyle murad etmedik diyemezsiniz.

Şu halde mümin insana keder ve gam ancak kendi eksikliği nedeniyle yakışır. Kendi eksikliklerimiz nedeniyle kederlenelim yakin olana “KUL” olacaksak.

Bir mücadele içinde olmakta bizim için bir “Kul” olma halidir. Kazanan ve kaybeden yoktur aslında. Kim bilir, belki de hazır görmemiştir seni Yaratan istediğin, arzu ettiğin şey hususunda.

Belki sen hazırsındır da, yanındakiler hazır değildir o şeye. Sen çok istemiş olursun ama Yaratan senin hayrına başka bir sonucu hayırlı kılmıştır belki de şimdilik.

Onun için olana/gerçekleşene/yaratılmış hale bakıp dövünüp durma!

Neden olmadı diye kendini perişan etme!

Doğrularını ve yanlışlarını gör önce!

Sonra doğrularından yola çıkarak, iyiliği arttır ısrarla ve kararlılıkla.

Çünkü kulun ruhunu itminana erdiren sadece varacağı yer değil, ruhu olduğu sürece yaşadığı imtihan ve mücadeledir aynı zaman da.

Öyleyse mücadeleyi de kutlu bilmek ve esası hatırdan çıkarmamak düşer biz mümin kullara.

“Nûn. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun” u düşün mesela...

NOT: Yazdıklarımın hepsi kendi adıma, sözü kendime söyledim

Savaşa girdi kalbim....

(Bir önceki yazının devamı babında......)

Fasılarla ama kesintisiz yürüttüğümüz bir mücadelenin adıdır bizim hayatımız.


Mücadele ve dayanışma içinde geldik bugünlere. Kimi zaman içimizden çıkanların alaylı bakışları, kimi zamanda dışımızdakilerin kahrını çektik.

Binlerce kez sınandık, sabırla karşılık verdik ve arkamıza bakmadık hiç. Öfkeyle konuşana, gönül kırana dönüp bakmadık bile, bu da geçer diyerek mukabele ettik.

Mayamızı yoğuran eller ve ruh bize yılmadan, yorulmadan yürümeyi ve teslim olmamayı öğretti.

Vahyin aydınlığındaki akılla düşündük. Akıllara durgunluk veren bir akılla.

O gün bahçe de gözyaşı dökerken de yine zoru tercih ettiğimizi biliyorduk. Ezilen, çiğnenen, horlanan bir kayıp nesil olduk belki de.

Yüreğimiz şerha şerha oldu bazen.

İnanmış gönüllereydi her dem sözümüz. Bulunduğu tarafın değerini bilmeyenlerle yol arkadaşlığı etmedik hiç. Onun için yol arkdaşlarımızı yolda bulduklarımıza değişmedik. Dün dost bildiklerimizi bugün düşman bellemedik. Kardeşliğimize halel getirmedik.

Her geceyi doğacak şafağın müjdecisi bildik.

Doğacak şafağın müjdecisi olabilmek için nöbeti vazife bildik.

Çağcıl olmadık, çağa meydan okuduk. Tarihin akışına direndik tarihin akışını biz değiştireceğiz dedik.

Şimdi kimse çıkıp bana “teslim ol” demeye kalkmasın.

Teslim olsaydım, önceki sınandıklarımda çoktan teslim olmuştum zaten.

Şimdi yaralarım nasır tuttu. Kanasa da farketmez.

Benim gibi düşünen kaç adam kaldık bilmiyorum. Ama yalnız değilim farkındayım.

Ben kendimden sorumluyum ve işte söylüyorum; Ben teslim olmayacağım!

İnadımdan değil, inandığımdandır bu tavrım.

Hatalarım ve doğrularımla birlikte yoldayım ben. Menzile doğru ilerlerken karşılaştığım sapak ve yol ayrımları beni varmak istediğim yerden hiç saptıramadı. Tabelalara kanacak olsaydım, ilk sapakta yoldan çıkardım zaten.

Yolun uzunluğunun ve menzilin uzaklığının farkında olanlardanım ben. Yolun inişli çıkışlı, kar-boran-fırtına ile dolu olduğunu bilenlerdenim.

Bazen yolda ayaklarım kanadı benim.

Bazen karanlıklar içinde kaldım ama yolumu kaybetmedim.

Bazen güneşe döndüm yüzümü, bazen aya bazen de yıldızlara...

Rüzgar savurdu, fırtına şiddetlendi bazen.

Yürüyemediğim zamanlar dinlendim sadece ve yeniden yürüdüm.

Şimdi dönüp yarıladığım yola bakıyorum önce.

Ve sonra kalan kısmına ve menzile bakıyorum. Birlikte yola çıktıklarımızdan kimler kalmış yanımda diye bakıyorum.

Bazıları “ben çok yoruldum devam edemeyebilirim” diyor.

Bazıları daha çok var ama olsun “birlikteyiz” diyor.

Şimdiye kadar savrulmayanlarla sürdüreceğiz yolculuğumuzu. Yorulanlar var aramızda biliyoruz. Onlara da kızmadan yola çıkacağız şimdi yeniden.

Onları şimdilik arkamızda bıraksakta eğer menzile varırsak, birlikte yürüdüğümüz yolun hürmetine onları da sırtlayıp menzile taşıyacağız.

Bugün fırtınanın en şedid olduğu gündür. Gökyüzünde şimşekler çakıyor, rüzgar şiddetini artırıyor birazdan kopacak hava. Yanımızda azığımız az ama inancımız ve dayanışmamız sürüyor kalanlarla.

Bir süre daha fırtınalı bir hava da yürüyeceğiz. Fırtınaya karşı birbirimize tutunacağız. Yavaş adımlar atacağız. Çünkü birarada yürüyerek ancak ilerleyişimizi sürdürebiliriz. Birlikte, çözülmeden, dağılmadan yavaş adımlarla ilerlemek en doğru olanı.

Henüz kaç kişi yola çıkabileceğiz bilmiyorum. Herkes hazırlığını yapıyor, kararlarını verecekler aramızda olup olmayacaklarına.

Ama kararını kesinleştirenleri biliyorum. Onlarla yürüyebiliriz bu yolu.

Etrafımızdakilerin seslerini duyuyorum; Yeter, durun artık, varamayacaksınız menzile, diye.

Onları duyorum ama dinlemeyeceğimi onlar da biliyorlar. Biraz daha ilerleyince seslerini duymayacak kadar uzaklaşmış olacağız zaten. Onlarla her karşılaşmamızda aynı şeyi söylüyorlar. Ben dinlemekten usandım ama onlar söylemekten usanmadı hala.

Anlamıyorlar, anlayamazlar çünkü inanmıyorlar menzile varacağımıza...

Zor değil mi?

Bize kolay olan olmadı zaten.

Yola yeniden çıkmaya karar verenler, yol arkadaşlarımız hazırlandı.

Şimdi fırtına çıkmadan önce Kutup Yıldızı’nın gökyüzünde görünmesini bekliyoruz. O, gökyüzü puslu da olsa kendini gösterdiğinde yönümüzü tayin edip yolculuğumuzu sürdüreceğiz.

Kutup Yıldızı bulutların ardından doğuş vaktini bekliyor.

Kim bilir belki hava döner, Ay bile yüzünü gösterebilir.

Şöyle Hilal şeklinde bir görünse ne büyük coşkuyla çıkarız yola değil mi yol arkadaşlarım?

Yola çıkarken bir yandan da dilime dolanan marşın sözlerini düşünüyorum;

savaşa girdi kalbim bin yara aldı beni
nerede bir acı varsa aradı buldu beni

seni bir bomba gibi taşımak bu göğüste
bir ebubekir kıldı bir ömer kıldı beni

kurmak bize düştü bu kalbi sökülmüş çağı
buyruk en ağır yükün altına aldı beni....(Osman Sarı / Kurşun Gazeli)

Haydi uğurlar ola herkese, hepimize....

Yol arkadaşlığı zordur

Önce varılacak yer/hedef, sonra kat edilecek mesafe ve duraklar, ardından da birlikte yürünecek yol arkadaşları gerekir. Yol hikâyelerini okumak, yol arkadaşlığı yapmak ve yaşamak ayrı bir haz verir insana.

Kâinatın Efendisinin buyurduğu gibi, “Bir insanı tanımak için yolculuk etmek lazım gelir.”

Aynı yolun yolcusu olmak ve yol arkadaşlığıyla ilgili nice şiirler yazılmış, türküler ve ağıtlar söylenmiştir. Yola çıktığınız insan güvenilir olmalıdır. Yarı yolda bırakmamalı, malınızı ve canınızı emanet edebileceğiniz vasıfları taşımalıdır. Uzun bir yola çıkmaya karar vermişseniz, gecenin karanlığına da, güneşin yakıcılığına da tahammül edebilmelidir. Yol arkadaşınız sizi kendisi gibi bilmelidir. Üzüldüğünüzde üzüntünüzü, sevindiğinizde sevincinizi paylaşmalıdır. Azığını paylaşabilecek kadar fedakâr, matarasındaki suyu size sunacak kadar gönül zenginliğine sahip olmalıdır. Nefsine, düşmana, şeytana, makama, maddiyata ve az bir dünyalığa sizi satmamalıdır. Yol boyunca yaşananların ve karşılaşılanların gelip geçici olduğunun bilincinde olmalıdır. Önemli olan şeyin varılacak yer (menzil) olduğunu unutmamalıdır. Yol arkadaşlığının her şeyin üstünde bir kıymet olduğunu aklından çıkarmamalıdır.

Hazreti Ebubekir’in yol arkadaşlığının bizzat Allah’ın övgüsüne mazhar olduğunu bilmelidir.

Yol arkadaşı olmanın sorumluluğunu iliklerine kadar hissetmeli ve birlikte yola çıktığı insanın kıymetinin idrakinde olmalıdır. Yol arkadaşları birbirilerinin üzerine her zaman titremelidir.

Yol hikâyeleri, zorlukların, çilelerin, paylaşımların hikâyesidir bir anlamda. Hiçbir yol hikâyesi kolay geçirilen zamanların hikâyesi olmamıştır. Çabucak ve kolayca varılmamıştır hiçbir menzile. Zor zamanda ayakta kalanlar ve uzun yola çıkmaya hüküm giydiğine inananlarla varılır menzile.

Yolculuk hikâyeleri kimi zaman bir şehirden başka bir şehre gidişin, kimi zaman en sevgiliye ulaşmanın çabası, kimi zaman da yeni bir hareketi inşa etmeye başlamanın hikâyesidir. Önce inanmak lazım menzile varılacağına...

İnanmak çok şeydir. Yola, yolculuğa, yol arkadaşlığına ve varılacak menzile inanmayanlarla yol arkadaşlığı yapılmaz. Yolda yaşanacak ilk zorlukta sağa sola kaçışan ve kendine yeni bir yol arkadaşı arayanlarla yoldaşlık olmaz. Yoldaşlık dertlenmektir, paylaşmaktır, ağlamaktır, gülmektir birlikte.





Şimdi yürünecek bir yol, varılacak bir menzil ve yoldaşı olacağımız bir insan var.



Onunla yola çıktık. Ona inandık. Ona güvendik. Onun istikametine ve varmak istediği hedefin doğruluğuna itimat ettik.

Şimdi önümüzde çetin ve uzun bir yol görünüyor. O bizden önce her türlü zorluk karşısında öne atılıyor. Kendisini siper ediyor. Zorluk önce ona dokunuyor.

O inanıyor, bazen yürüyor bazen de durup dinlenmeden koşuyor. Yol arkadaşlarının bazen umutsuzluğa düştüğünün farkında ama görevinin ve sorumluluğunun bilincinde ve yeniden hepimizin umudunu tazeliyor. En zor zamanda “Bismillah” diyerek ayağa kalkıyor.

Etrafındakilere, yakınındakilere, uzağında ama ona güvenenlere “İnanın, ben inanıyorum. Olacak elbette, varacağız menzile, maya tuttu” diyor.

Güzel insan, birlikte yol yürümek için yola çıktığımız insan; madem sen böylesin ve şükürler olsun ki, bugüne kadar hiç başımızı öne eğdirmedin, o halde biz de her zaman seninleyiz!

Yola yeni çıkıyoruz.

Vira Bismillah…

Not: Bu yazı Dünyaya Yeni Söz Gazetesi`nde yayınlanmıştır.